1. lise son sınıftaydım. 11. sınıflardaki bir kızdan çok hoşlanıyordum, muhabbetimiz de vardı ama öyle merhaba merhaba şeklindeydi. bir kaç kez aynı ortamda denk gelip uzun uzun muhabbet etmiştik. muhabbet ettikçe konuştukça daha da hoşlanıp sevmeye başlamıştım. bir gün cesaretimi toplayıp konuşucağım ben bu kızla dedim. sabah ilk derse girmedim ve okul ile ev arasındaki mesafede nasıl kouşacağımı kararlaştırdım. her şey cümlesi cümlesine hazırdı, hazırdım ve konuşcaktım. o gün nöbetçi 10. sınıflardan bir çocuğu çağırdım ve çocuğa ' x sınıfındaki y adlı kişiyi müdür çağırıyor diye sınıftan çıkmasını sağla' dedim. başta bir iki söylenir gibi oldu ama zorla da olsa yaptı. herhangi bir sıkıntı çıkmadan kızı dışarı çıkardı, ben de sınıflarının hemen yakınında bir yerde onu bekliyordum.
    dışarı çıkmıştı, karşımdaydı. dizlerde hafif bir titreme ile ben de hazırım diyordum ama ne söyleyeceğimi hepten unutmuştum. bu saatten sonra içimden ne geliyorsa söyleyecektim.
    evet söyledim. ne geldiyse söyledim ama söyleyeceklerimi bitiremeden "benim sevgilim var" dedi. başka okuldan başka bir çocukmuş. yeni başlamış ilişkisi. o an nasıl bir yıkım yaşadığımı sonraki gün anlayabildim. bir şey söyleyemedim, öylece geri döndüm ve dışarı çıktım. o durumda yapabildiğim tek şey buydu. çaresizlik çok zor bir şey be, yutkunamadım o sırada be, allah kimseye böyle bir an yaşatmasın.

    buna benzer bir olay yaşamış olan varsa, bir yeşil kadar yakınınızdayım, konuşup dertleşebiliriz.
  2. polonya'nın krakow kentine çok yakın oswiecim kentine doğru yol almaktaydım. trene bindikten yaklaşık doksan dakika kadar yol vardı. pencereden içime dolan doğanın mutluluğu ile bir tarihle yüzleşmeye yol alıyordum. bomboş vagonda pencere camındaki yansımla konuştum hep. mutluluk buydu. gökyüzüne doğru yükselen renkler. koyu yeşil sarı ve bazen kırmızı. peyzajı seyretmenin verdiği hazla mırıldanıp durdum yolculuk boyunca.

    "Gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış
    Gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi"

    düşlerimin parlayıp söndüğü yerdeydim. en parlak anında, varolmanın bütün hazzını hissediyordum. köklerimden ayrılmış bir tohum gibi yani. nefessiz, soluksuz ama umutlu. toprağa yeniden döneceğini bilerek havalarda dolaşan bir esintiydim. trenin penceresinden akan evler, çatılar, hayvanlar, sarımtrak otlar, yapraksız kavaklar, akçaağaç süprüntüleri, okaliptüs hışırtısı ve yalnız bir doğa vardı. bu anda boşluğun içindeymişçesine varansız, bağlantısız anın içinde kaybolursunuz. evet ben de kayboldum o anda. şimdi bu günlüğe bunları yazarken nereye kaydediyorsam bu kokuyu işte tam olarak oraya varan bir derinlikte kaybolduğun yer.


    Auschwitz'e vardığımız sabahın bir körüydü. Sessiz ve bomboş sokakları olan bir yerleşim Oswiecim. Krakow'dan buraya trenle geldim. Tam olarak bilmiyorum ama sanırım katledilen insanların taşındığı demiryolu aynı kalmış. Bir an için Auschwitz kampına kapısız penceresiz vagonlarda yığınlar halinde taşınan insanlar geldi aklıma. büyülü bir yol bu. içimde bir kıpırtı ki bana az önce yaşadığım arafın içine yalnızca benim girmediğimi söylüyor. milyonlarca insan bu demir yollarını kullandıysa, yepyeni bir hayat için öyleyse onlar da kör vagonlarda aynı şeyi mi hissettiler? kaçıyorum bu düşünceden. beni rahatsız eden ne?

    buraya taşınan insanlar sürüldükleri topraklarında yataklarını kıyafetlerini taşıdılar. Umutları vardı sanıyorum. Kapalı vagonlarda nereye gittiklerini bilmeden saatlerce yol gittiler. ama ben pencereden dışarı bakıyorum. Gördüğüm bu güzel toprakların hiçbirini görmediler onlar. Farkındayım evet belki de bu kadar güzel yerleri görmeme sebep olan büyük bir cehennem. Ama yine de insan ister istemez soyutluyor kendini nereye gittiğinden. Gezi notlarına keşke biraz bunları gösterecek şeyler de ekleseydim demekten alamıyorum kendimi. Güzel ormanlar, koruluklar ve yer yer göletler yer alıyor Oswiecim'e giderken sizi. Tüm bu güzel peyzajdan hiçbir şey sizi koparamaz gibi geliyor öncesi.

    Fakat trenden indiğiniz andan itibaren bambaşka bir tokat yiyorsunuz. Öyle. Sanki biri gelip burnunuza yumruk atıyor gibi acıtıyor. Soğuk hava bir boksörün sol kroşesi. Bu çivi gibi soğukta insanlar yarı çıplak kamplara atıldı diye hatırlayıveriyorsun. Sonra çevreye bakıyorsunuz. Biraz zihni zorlayınca Birkenau'dan önceki kampa buradan taşınan maktülleri görebiliyorsunuz. Şehrin bütün dokusunun kampla bütünleştiğini hissedebiliyorsunuz.

    Auschwitz'e vardıktan sonra blokları dolaşmaya başladım. Kampın içindeki bloklardan birinde iki kadına rastladım. Biri hüngür hündür ağlıyordu. Diğeri büyük bir metanet içerisinde kendisinden yaşça büyük olan kadının yanında duruyordu. Sarılmadılar. Ağlayan kadın elleriyle gözlerindeki yaşları silmiyordu. Aynı zamanda gözyaşlarını saklamak için de sırtını hemen yanındaki pencereye dönüyordu. Kendisinden yaşça küçük olanı etrafındaki insanların göreceğinden rahatsız olsa gerek, ağlayan kadının kolundan tutmuş etrafa boş gözlerle bakıyordu. Tümüyle aydınlık bir odada içindeki karanlık yere ağlıyordu kadın. Sonra ziyaret ettiğim diğer bloklarda sergilenen fotoğrafları hatırladım. Kadının içten içe birikerek, büyüyerek kopan fırtınasını düşündüm. Evet içinizin sızlayacağı fotoğraflardı muhakkak. Nitekim etkilenebilirdi insan. Sessiz sessiz ağlanabilirdi muhakkak. Bağırmadan kısa hıçkırıklarla boşalabilirdi sinirler. Duygularımı yitirdiğimi düşündüğüm sırada bu iki kadını seyrettiğimi farkettim. Gördüklerim beni etkilemişti kuşkusuz. Fotoğraf makinamı çıkarıp fotoğrafı çektim. Kafamda taşa dönmüş bir ruhun ağırlığıyla diğer hole yürüdüm. İçeri adımımı atar atmaz bir şey oturdu böğrüme. Nefes almak güçleşti. Ağzını açıp bir mırıltı çıkarmak ne mümkün.


    hızla dibe batan bir gemi gibi ağırlaştım. Bu gördüklerim koyun yumağı değildi. İnsan saçlarıydı bunlar. Devasa bir holün tamamı insan saçlarıyla doluydu. Bu an az önce ağlayan kadını tümüyle unutmuştum. Aklıma bile gelmedi. Aslına bakarsam hiç bir şey düşünemediğimi ve bu duruma yabancılaştığımı hatırlıyorum. Her ne kadar sağlam duracağım konusunda kendime güvensem de.. Neyse sonuç olarak gözlerinizin dolması sonucu derin nefesler almanıza ihtiyaç duyduğunuz kesin. O holden çıkmak da ayrı bir güç istiyor. Katliamın boyutlarını aklınız ve gözünüz algılamadığı için ayrılamadım..
  3. üniversitede kampüs girişinde, ders saatinden makul bir miktarda erken bir saatte ring bekliyor ve otostop çekiyorken dersin hocasının arabayla önünüzden geçmesi, göz göze gelmeniz.

    bu değil

    ringin gelmemesi, kimsenin durup almaması

    bu da değil

    derse geç kalıp (3-5dk) hocanın sizi yok yazması ve derse almaması (üniversitede yoklama zaten dram da neyse)

    bu da değil...

    son hakkınız olması ve devamsızlıktan kalmanız.

    aha bu.
  4. anlatamam ki sözlük.
    kaldı içimde.
    boğazımda düğüm.
    yutkunamadığım bir yumru.
    gitmiyor.
    ağlasam gider mi ?
  5. her birine günler önceden hediye süpriz vs. düşündüğüm arkadaşlarımın bir süredir varlığımı da unuttukları gibi doğum günümü unutmaları. pasta üflerken geleceğe dair hiçbir umut iyi dilek bile taşıyamayıp sadece geçmişi özlediğimi fark etmek. içimde gitgide büyüyen yalnızlık.
  6. kalabalıktı o sıra. insanlar birbirleri ile sohbet halindeydi. ben biraz hastaydım, senin de işin gücün vardı, yine vardı.
    insanlar hep çevremizde olurdu ama sen ilk benim yanıma gelirdin. sen de bir torpilim vardı, ona güvenirdim. güvenirdim..

    benim gözümde her seyin normal olduğu bir günde ilk bana gelmedin. sigara sevmezdin ama sigara odasındaydın. ben sana içimi açmayı düşünüyordum o gün. hasta olmama rağmen gelmiştim o gün. nolacaktı ki, hep hasta olurdum ama sen hep olmayabilirdin.

    yalan yok. anlamıştım değiştiğini sende bazı şeylerin ama içimde birakamazdım. söylemeliydim.

    sigara odasındaydın. koltuğun köşesine oturmuştun ve etrafa gülüşünü saçıyordun. ben kapının dışından sana bakmak istiyordum. bir an oldu. onca insan arasında bir tek sen, bir de benim bakışım. gözlerine değmese de gözlerim şunu demiştim kendime. keşke olsaydı, keşke.
  7. merak ettiğin her şeyin ve onların içinde yatan "neden?" sorusunun cevabı aslında gözünün önünde olsa bile senin bunu algılayabilecek kadar gelişmiş bir zeka formu olmayabileceğin gerçeğini, gözünde büyüttüğün o beyninin çok sınırlı olduğunu fark ettiğin o an. (bkz: çaresizlik)
  8. özel bir hastanenin finans bölümünde çalışıyorum. envayi çeşit işlem dolayısıyla çok geniş fiyat yelpazesi var bu işlemlerin. geçenlerde yaşlı bir amca geldi.güler yüzlü, kibar bir beyfendi, eşinin 30 gündür hastanede yattığını, bir ameliyat daha olması gerektiğini söyledi. fiyat detaylarını konuşmak için geldiğini düşünürken, taaa en derinden "oğlum" diye biraz ürkek, biraz çekingen biraz da mahçup bir ses geldi amcamdan. karısının ameliyat olması gerektiğini fakat bir ameliyatın daha masraflarını karşılayamayacaklarını söyledi başı öne eğik şekilde. "ama" diye de ekledi; "siz ameliyatı yapın ben temizlik yaparım, borcum bitene kadar çalışırım" dedi. gözleri parlıyordu ve umutlu olduğu gözlerinden belli oluyordu.
    hayat çok acımasız malesef, asla adil değil.
    o günden sonra doktorluğun ( yardıma ihtiyacı olan o kadar insan varken para için yapılan doktorluğun) etik olup olmadığını düşünür dururum.
  9. öğlen güneşinde eve dönmek için durakta otobüs bekliyorum, bir amca oturuyordu durakta epey de yaşlıydı. kıyafetleri eski, elleri nasırlı, yorgun görünüyor. boncuklardan bir şeyler yapıp satıyor herhalde tespih falan, çantasından çıkarıp çıkarıp bakıyor, düzeltiyor. neyse amcanın otobüsü geldi ama ağzına kadar dolu nefes alacak yer kalmamış, o otobüs ne zaman görsem öyle dolu oluyor zaten. son bir insanlık boşluğa bir adam koştu atladı, amca yavaş tabi yetişemedi. otobüs gidene kadar kapıya baktı ama kapı açılmadı tabii. geri dönüp durağa oturdu, çantasından çıkardı bir tespih. duraktaki ekrana baktım diğer otobüsün gelmesine 37 dakika var görünüyordu. sonra benim otobüsüm geldi bindim gittim ama aklım o amcada kaldı.
  10. x:abi
    y:ben

    geçen bir iş için köyden bir abi bir abla köyden ilçeye gittik, abimiz 56 yaşında güzel bir abimiz. geçimini ormandan sağlayan.işimiz öğle arasına denk geldi, ilçenin en güzel yerinde yiyelim dedik.bizim abi mırın kırın etti ama neyse girdik bir mercimek bir nohut 2 lahmacun söyledik, sonrasında pilav üstü döneri gömdük mideye.

    neyse hesabı istedim getirdiler, böyle defter içinde tam benimle abimiz arasına koydu garson
    baktım abi hesap defterini cebe atıyor.

    y:abi ne yapıyorsunuz yaa
    x:defter verdiler cebe atıyorum eve götürürüm
    y: ya abi ne defteri hesap o ya, para vericez defterde onlarda kalacak
    x: hee defter hediye ettiler sandım bende dedi(hafif gülüşmeler garsonda dahil)
    y: yok abi ne hediyesi

    şimdi bir yandan güldürüyor bir yandan da hüzünlendiriyor


    ---------------------------------------------------------

    yine dönüş yolunda:

    y: abi sen sigara içiyorsun çok bol bol sıvı tüket su iç böbrekler çalışsın bari
    x:tuketiyorum ben bea
    y:abi nasıl tüketiyorsun ben görmüyorum, hep çay hep çay hemde demli içiyorsun
    x: akşamları rakının yanında içiyorum ben suyumu
    y: 404 fatal error