1. her ne kadar yerine göre birşeyler almaya çalışsamda, bir mekanda otururken yanımıza gelen küçük satıcı çocukların o yaşta o pozisyona düşmeleri hayatta adaletsizliği bir kez daha gösterirken bizlerinde illa ki içini burkuyor.

    aynı zaman diliminde çocuklardan birşeyler aldıktan sonra gene gelmeleri bazen hoş olmuyor ama yapacak bir tutum kalmıyor. bu önemsediğim ve hayata dair genelleme yapabileceğim bir olay, gelen çocukların ne amaçla geldiğini değil çocuk olduklarını hatırlayarak onlara davranın saygı değer youserler.
  2. gecenin bir vakti yakıcı soğuğa aldırmadan sigara almak amaçlı hafif tenha bir yerde olan ziraat atm'sine gitmemle başlamıştı her şey. malümunuz her ne kadar gecenin geç saati ve şiddetli bir soğuk da olsa, istanbul her daim hareketlidir. yalnız dün gece bütün istanbul dışarı çıkmamak için anlaşmışlardı sanki. giydiğim botun verdiği özgüvenle aldırmadan buzlu yolların üzerinden tenhaya doğru yürümeye devam ettim. nihayet gelmiştim atm'ye. tabii tedirginlik var biraz. derhal murphy'nin yedi düvelini saygıyla yâd ettim. ama gel gör ki hiçbir kimseyi göremedim ve paramı çektim. mirket misali etrafı kolaçan ettikten sonra gözüme anormal bir olay görünmediğinden sebep gayet normal bir şekilde yurduma doğru yürümeye devam ettim. yurdun yaklaşık 100 metre aşağı tarafında karanlıklar lordu sauron'un bile tırsacağı bir tenha var. o tenhayı geçmeden yurda ulaşmak mümkün değil. zira o tenha balicilerin yuvası niteliğinde. felak nas okuyarak ayağımın kaymasına aldırmadan, hızlı adımlarla yürümeye devam ettim. tam tenhayı geçeceğim bir vakit, boğazımda bir soğukluk hissettim. aha sı*tık dedim. derhal izlediği filmler aklıma geldi. adamla göz teması kurduk. beklediğimin aksine sakalsızdı. zira suriyeli olmasından şüphelenmiştim. gözlerimi dört açarak adamın arkasına bakmaya başladım. planıma göre adam arkasına bakacak bende o arada okkalı bir tekme savurarak run forest run diyecektim kendime. ama öyle olmadı. adam cüzdanını bana ver ve arkanı dön dedi. tabii bu kadar kibar değil. tam olarak ne dediğini hatırlamıyorum. ama cüzdanı anlamıştım. yapacak bir şey yoktu. malum burası esenler. cüzdanda aşağı yukarı 135 lira felan para vardı. tüm paramı çekmiştim. cüzdanı teslim ettim adama. gıdım üzülmedim ama müthiş bir macera geçmişti başımdan. adamın cinayet işleyecek bir surata sahip olmadığını görünce hepten neşelenmiştim. bunlar 40 50 saniyelik olaylar tabii. ardından aniden sessizliği dinlediğimi fark ettim. arkamı dönmüştüm cüzdanı verdikten sonra. bir baktım adam asafa pavıl olmuş yokuş aşağı koşuyor. tam çok şükür ucuz atlattık demek üzereyken cüzdanın yerde olduğunu fark ettim. kimliğim vesair hepsi içindeydi. bir kez daha sevindim bunun üzerine. üzüldüğüm tek şey sigara paramın kalmamış olmasıydı. cüzdanı elime aldım. fakat aman yarabbi o da neydi!!! cüzdanımda tam tamına 130 lira para vardı. hırsız sadece beş lira çalmıştı -helali hoş olsun- dumur olmuş bir şekilde adamın yavaş yavaş gözden kaybolmasını izledim. ve cesaretimi toplayarak hırsızın peşinden koşmaya başladım. alimallah aralıksız beş dakika koştum ve hırsızla aramda ufak bir mesafe bıraktım. hırsız dikkat çekmemek için olsa gerek yürümeye başlamıştı zaten, benim onu takip ettiğimden haberi yoktu. ufak bir dükkana girdi vicdanlı hırsız. 1 dakika içinde iki poşetle dışarı çıktı. elinde süt kutusu ve ekmek gözüküyordu. ben hâlâ olayın etkisinden sıyrılamamıştım. hırsızın peşine dükkana girdim. nasıl akıl ettiysem bunu, kendime hayran kaldım. bakkal amca virane bir evde oturduğunu söyledi "hırsızın." evin yerini aklımda tuttuktan sonra. soğuğa ve gecenin ilerleyen vaktine aldırmadan, gecekonduya doğru ilerlemeye başladım. sigara almaya çıkmıştım, başıma neler gelmişti.

    nihayet hırsızın "evini" buldum. tam anlamıyla viraneydi ev. elektrik bile yoktu evde, mum ya da lüks yanıyordu heralde. içerden bebek sesi geliyordu. rüyada olmadığıma kanaat getirdikten sonra beyin fırtınası yaptım. aklıma müthiş bir fikir geldi. derhal bakkala geri döndüm. taşıyabileceğim kadar, erzak aldım. makarna pirinç mercimek küp şeker bile aldım. tanrı şahidimdir, taşıyabilecek durumda olsaydım bütün paramla erzak alırdım. müthiş bir heyecanla gecekonduya geri döndüm, cesaretimi toplayarak kapıyı çaldım. yaklaşık otuz saniye sonra orta yaşlı bir kadın açtı kapıyı. elimdeki poşetleri gördüğü an ki bakışını görecektiniz, aman yarabbi ne kadar şaşırmıştı. hırsız abi, korkmuş olmalı, doğru ya polis gelmiş olabilirdi. o yüzden hanımını göndermiş olmalıydı. inanın tek kelime etmedik. ben tam poşetleri bırakıp tabanları yağlayacağım vakit, hırsız abi kucağında iki yaşlarındaki bir bebekle kapıya geldi. tedirgin bir hali vardı. inanın o an üçümüz birlikte ağlamaya başladık. hırsız abi hıçkırıklarla ağlıyordu. erkekler ağlamaz sözlerine inat. hayatımda hiç o kadar içten bir şekilde ağlamamıştım. şu an bile gözlerim sulandı... kendime gelince poşetleri bıraktım ve var gücümle yurduma doğru koşmaya başladım.

    bu da böyle bir anımdır.
  3. özel bir hastanenin finans bölümünde çalışıyorum. envayi çeşit işlem dolayısıyla çok geniş fiyat yelpazesi var bu işlemlerin. geçenlerde yaşlı bir amca geldi.güler yüzlü, kibar bir beyfendi, eşinin 30 gündür hastanede yattığını, bir ameliyat daha olması gerektiğini söyledi. fiyat detaylarını konuşmak için geldiğini düşünürken, taaa en derinden "oğlum" diye biraz ürkek, biraz çekingen biraz da mahçup bir ses geldi amcamdan. karısının ameliyat olması gerektiğini fakat bir ameliyatın daha masraflarını karşılayamayacaklarını söyledi başı öne eğik şekilde. "ama" diye de ekledi; "siz ameliyatı yapın ben temizlik yaparım, borcum bitene kadar çalışırım" dedi. gözleri parlıyordu ve umutlu olduğu gözlerinden belli oluyordu.
    hayat çok acımasız malesef, asla adil değil.
    o günden sonra doktorluğun ( yardıma ihtiyacı olan o kadar insan varken para için yapılan doktorluğun) etik olup olmadığını düşünür dururum.
  4. ulan ben de bir şey anlatayım, hep utanırım. evet 10 yaşında falandım belki daha da kötü şeyler yapmışımdır ama bundan çok utanırım.

    dediğim gibi ya 9 ya da 10 yaşındayım dayım trafik kazasında vefat etmişti, arkasında 3 tane çocuk öylece kaldı para pul desen yok çocukların en büyüğü 10 yaşında yengem desen 35-40 yaşlarında en fazla.

    cenaze evindeyiz kaldırılmış,gömülmüş üzerinden de belki 3 gün geçmiş mevlit falan okunuyor. biz çocuğuz tabi o zamanlar işte tasolar var ash, misty ve brocugun tasoları altın değerinde.

    neyse bizde kuzenle oyun oynuyoruz ölüm ne demek daha anlayamamışız herhalde lay lay lom takılıyoruz. hadi dedik taso oynayalım ona da cipsten misty tasosu çıkmış yeni daha hiç oynanmamış, dedim karşılığında 5 taso koyarım, oynadık kazandım ve ben o tasoyu aldım. üzerinden 15-16 sene geçti ilk defa da buraya yazıyorum ve çok utanıyorum.
  5. iç burkan ya da nedeni olmayan bir ihtiyaçtan dolayı paylaştığım bir anı türü değil. sadece bir "an".
    12 yaşımdayım. adı veya kim olduğu önemli değil , akıl sağlığı yerinde olmayan bir yakınımı gece 3 sularında ve kışın ortasında sokak sokak gezip aramak durumundayım. bu daha önce defalarca yaptığım bir eylemdi ve benden başka o saatte sokağa çıkıp arama görevini yapacak kimse yoktu. aslında vardı ama yoktu. o dönem oturduğumuz semtin , bulunduğumuz şehrin en dip seviye gettolarından biri olduğu da hesaba katıldığında o yaşta bir çocuk için pek de güvenli bir eylem değildi. ancak arama icrasıda , arayacağım sokaklar ve insanları da bana yabancı olmadığından dolayı pek taktığım söylenemezdi. sabahın ilk ışıklarına kadar dolaştım. gidebileceği yerlere , cami avlularına , otobüs duraklarına , ışıklandırmaları patlatılmış esrar dumanını atmosfer olarak üstüne çekmiş parklara , o yaşta kafamda ki kısıtlı haritanın her noktasına bakmama rağmen bulamayıp sabah ezanından birkaç saat sonra vücudum yarı donmuş bir halde geri döndüm. bulmam gereken kişi benden önce gelmiş ve uyumuştu. o gün , o zaman ki hayat dönemim için standart bir gündü ve benim için normal sayılırdı. ancak aklımda kalan şey yorulup bir caddenin kenarında ki banka oturduğum an'dı. sigaraya yeni başladığım dönemdi. cebimden bir l&m çıkarıp yaktım ve seyrettim. ileride çöp konteynırında geçimini arayan gölgeyi , kenara çekmiş bir şekilde duran bir arabanın içinde içkisini yudumlayan gölgeyi , rengi o saatte yanıp sönen sarıya dönmüş trafik lambalarını , caddenin karşı tarafında duran evlerin karanlıkta kalan odalarını ve birkaçının yanan gece lambalarını..
    yazıyı bir sonuca bağlamamı bekleyebilirsiniz. ancak aklımda kalan bu sahne ve zaman aralığı. belki olması gereken budur ? olgular ve nesnelerin yaşama gereken ivmeyi kazandırmadığı yerde , bu kısa zaman aralıkları kazandırıyordur. kim bilir ? elbette ki zaman bilir.
  6. öğlen güneşinde eve dönmek için durakta otobüs bekliyorum, bir amca oturuyordu durakta epey de yaşlıydı. kıyafetleri eski, elleri nasırlı, yorgun görünüyor. boncuklardan bir şeyler yapıp satıyor herhalde tespih falan, çantasından çıkarıp çıkarıp bakıyor, düzeltiyor. neyse amcanın otobüsü geldi ama ağzına kadar dolu nefes alacak yer kalmamış, o otobüs ne zaman görsem öyle dolu oluyor zaten. son bir insanlık boşluğa bir adam koştu atladı, amca yavaş tabi yetişemedi. otobüs gidene kadar kapıya baktı ama kapı açılmadı tabii. geri dönüp durağa oturdu, çantasından çıkardı bir tespih. duraktaki ekrana baktım diğer otobüsün gelmesine 37 dakika var görünüyordu. sonra benim otobüsüm geldi bindim gittim ama aklım o amcada kaldı.
  7. x:abi
    y:ben

    geçen bir iş için köyden bir abi bir abla köyden ilçeye gittik, abimiz 56 yaşında güzel bir abimiz. geçimini ormandan sağlayan.işimiz öğle arasına denk geldi, ilçenin en güzel yerinde yiyelim dedik.bizim abi mırın kırın etti ama neyse girdik bir mercimek bir nohut 2 lahmacun söyledik, sonrasında pilav üstü döneri gömdük mideye.

    neyse hesabı istedim getirdiler, böyle defter içinde tam benimle abimiz arasına koydu garson
    baktım abi hesap defterini cebe atıyor.

    y:abi ne yapıyorsunuz yaa
    x:defter verdiler cebe atıyorum eve götürürüm
    y: ya abi ne defteri hesap o ya, para vericez defterde onlarda kalacak
    x: hee defter hediye ettiler sandım bende dedi(hafif gülüşmeler garsonda dahil)
    y: yok abi ne hediyesi

    şimdi bir yandan güldürüyor bir yandan da hüzünlendiriyor


    ---------------------------------------------------------

    yine dönüş yolunda:

    y: abi sen sigara içiyorsun çok bol bol sıvı tüket su iç böbrekler çalışsın bari
    x:tuketiyorum ben bea
    y:abi nasıl tüketiyorsun ben görmüyorum, hep çay hep çay hemde demli içiyorsun
    x: akşamları rakının yanında içiyorum ben suyumu
    y: 404 fatal error
  8. polonya'nın krakow kentine çok yakın oswiecim kentine doğru yol almaktaydım. trene bindikten yaklaşık doksan dakika kadar yol vardı. pencereden içime dolan doğanın mutluluğu ile bir tarihle yüzleşmeye yol alıyordum. bomboş vagonda pencere camındaki yansımla konuştum hep. mutluluk buydu. gökyüzüne doğru yükselen renkler. koyu yeşil sarı ve bazen kırmızı. peyzajı seyretmenin verdiği hazla mırıldanıp durdum yolculuk boyunca.

    "Gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış
    Gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi"

    düşlerimin parlayıp söndüğü yerdeydim. en parlak anında, varolmanın bütün hazzını hissediyordum. köklerimden ayrılmış bir tohum gibi yani. nefessiz, soluksuz ama umutlu. toprağa yeniden döneceğini bilerek havalarda dolaşan bir esintiydim. trenin penceresinden akan evler, çatılar, hayvanlar, sarımtrak otlar, yapraksız kavaklar, akçaağaç süprüntüleri, okaliptüs hışırtısı ve yalnız bir doğa vardı. bu anda boşluğun içindeymişçesine varansız, bağlantısız anın içinde kaybolursunuz. evet ben de kayboldum o anda. şimdi bu günlüğe bunları yazarken nereye kaydediyorsam bu kokuyu işte tam olarak oraya varan bir derinlikte kaybolduğun yer.


    Auschwitz'e vardığımız sabahın bir körüydü. Sessiz ve bomboş sokakları olan bir yerleşim Oswiecim. Krakow'dan buraya trenle geldim. Tam olarak bilmiyorum ama sanırım katledilen insanların taşındığı demiryolu aynı kalmış. Bir an için Auschwitz kampına kapısız penceresiz vagonlarda yığınlar halinde taşınan insanlar geldi aklıma. büyülü bir yol bu. içimde bir kıpırtı ki bana az önce yaşadığım arafın içine yalnızca benim girmediğimi söylüyor. milyonlarca insan bu demir yollarını kullandıysa, yepyeni bir hayat için öyleyse onlar da kör vagonlarda aynı şeyi mi hissettiler? kaçıyorum bu düşünceden. beni rahatsız eden ne?

    buraya taşınan insanlar sürüldükleri topraklarında yataklarını kıyafetlerini taşıdılar. Umutları vardı sanıyorum. Kapalı vagonlarda nereye gittiklerini bilmeden saatlerce yol gittiler. ama ben pencereden dışarı bakıyorum. Gördüğüm bu güzel toprakların hiçbirini görmediler onlar. Farkındayım evet belki de bu kadar güzel yerleri görmeme sebep olan büyük bir cehennem. Ama yine de insan ister istemez soyutluyor kendini nereye gittiğinden. Gezi notlarına keşke biraz bunları gösterecek şeyler de ekleseydim demekten alamıyorum kendimi. Güzel ormanlar, koruluklar ve yer yer göletler yer alıyor Oswiecim'e giderken sizi. Tüm bu güzel peyzajdan hiçbir şey sizi koparamaz gibi geliyor öncesi.

    Fakat trenden indiğiniz andan itibaren bambaşka bir tokat yiyorsunuz. Öyle. Sanki biri gelip burnunuza yumruk atıyor gibi acıtıyor. Soğuk hava bir boksörün sol kroşesi. Bu çivi gibi soğukta insanlar yarı çıplak kamplara atıldı diye hatırlayıveriyorsun. Sonra çevreye bakıyorsunuz. Biraz zihni zorlayınca Birkenau'dan önceki kampa buradan taşınan maktülleri görebiliyorsunuz. Şehrin bütün dokusunun kampla bütünleştiğini hissedebiliyorsunuz.

    Auschwitz'e vardıktan sonra blokları dolaşmaya başladım. Kampın içindeki bloklardan birinde iki kadına rastladım. Biri hüngür hündür ağlıyordu. Diğeri büyük bir metanet içerisinde kendisinden yaşça büyük olan kadının yanında duruyordu. Sarılmadılar. Ağlayan kadın elleriyle gözlerindeki yaşları silmiyordu. Aynı zamanda gözyaşlarını saklamak için de sırtını hemen yanındaki pencereye dönüyordu. Kendisinden yaşça küçük olanı etrafındaki insanların göreceğinden rahatsız olsa gerek, ağlayan kadının kolundan tutmuş etrafa boş gözlerle bakıyordu. Tümüyle aydınlık bir odada içindeki karanlık yere ağlıyordu kadın. Sonra ziyaret ettiğim diğer bloklarda sergilenen fotoğrafları hatırladım. Kadının içten içe birikerek, büyüyerek kopan fırtınasını düşündüm. Evet içinizin sızlayacağı fotoğraflardı muhakkak. Nitekim etkilenebilirdi insan. Sessiz sessiz ağlanabilirdi muhakkak. Bağırmadan kısa hıçkırıklarla boşalabilirdi sinirler. Duygularımı yitirdiğimi düşündüğüm sırada bu iki kadını seyrettiğimi farkettim. Gördüklerim beni etkilemişti kuşkusuz. Fotoğraf makinamı çıkarıp fotoğrafı çektim. Kafamda taşa dönmüş bir ruhun ağırlığıyla diğer hole yürüdüm. İçeri adımımı atar atmaz bir şey oturdu böğrüme. Nefes almak güçleşti. Ağzını açıp bir mırıltı çıkarmak ne mümkün.


    hızla dibe batan bir gemi gibi ağırlaştım. Bu gördüklerim koyun yumağı değildi. İnsan saçlarıydı bunlar. Devasa bir holün tamamı insan saçlarıyla doluydu. Bu an az önce ağlayan kadını tümüyle unutmuştum. Aklıma bile gelmedi. Aslına bakarsam hiç bir şey düşünemediğimi ve bu duruma yabancılaştığımı hatırlıyorum. Her ne kadar sağlam duracağım konusunda kendime güvensem de.. Neyse sonuç olarak gözlerinizin dolması sonucu derin nefesler almanıza ihtiyaç duyduğunuz kesin. O holden çıkmak da ayrı bir güç istiyor. Katliamın boyutlarını aklınız ve gözünüz algılamadığı için ayrılamadım..
  9. burada hemen yanıbaşımda bir park var, bazenleri canım sıkılır çıkar tur atar, basket/ futbol oynar, cocuklar ile konusur, hayvanları sever ve günümün yorgunlugunu, stresini oraya bırakıp dönerim.

    çocuklar ile konuştugumu söylemiştim. fakat içlerinden bir tanesi benim çok fazla dikkatimi çekmişti, başından itibaren... ne yazık ki ailesinin durumunun pek iyi olmadığı anlaşılıyordu. bi yerlerden bozma bisikleti var ve onu çok seviyor. diğer arkadasları ile yarışmaya çalışıyor. diğerlerinin bisikletleri kendisininkine göre daha hızlı ve son model sayılır. her gordugumde bisikletinin bir tarafı bozulmus oluyor ve yapmaya calısıyorum.

    geçen gün yine gittim ve bizimkisi oradaydı. bi baktım elinde kullanılmış bir küçük poşet takılı duruyor ve diyalog aynen şöyle oldu.

    -o elindekini neden takıyorsun?
    -bisikletçilerin eldiveni var ya, bende bunu taktım işte.

    olum ne yaptın sen boyle denilir mi... bu anı ve konusmalarımızı asla unutacagımı sanmıyorum.

    merak edenler olacaktır, artık sıkı sıkıya bir arkadaşız.
  10. her sabah saat 6da arkasında bir dünyanın yükü ile okulda olması gereken 6 7 yaşlarında iki çocuğun kağıt toplamaya gitmesi ve onlar için elimden hiçbir şey gelmemesi. her akşam saat 9a doğru geri dönüyorlar bir sürü yük ile anneleri yada babaları rahatsız olduğu için bu iş daha çocuk yaşta onların omzuna yüklenmiş muhtemelen. gerçekten öğrenci olmasam gider yardım ederim. üniversite bitince hâlâ görüyor olursam yardım edeceğim onlara ve onlar gibi olanlara. bazen durumundan şikayet ediyorum şunu alamadım bunu alamadım diye sonra aklıma geliyor çocuklar, dünyayı sırtlayan çocuklar ve halime şükrediyorum.