1. karanlık geçit
    !---- spoiler ----!

    Karanlığın iyiden iyiye kendini hissettirdiği bir saatte, "Yola yarın mı çıksak Ahmet?" sorusunu yöneltmişti eşine Arzu. Gece yolculuklarını oldum olası sevememiş ancak çokça yapmak zorunda kalmışlardı memuriyet yaşamlarının çalkantıları içerisinde. "Yine başlama kuzum," cevabıyla aracına yöneldi Ahmet valizleri ve diğer birkaç poşet dolusu eşyayı kucaklarken. Arzu'ya pek de seçenek bırakmayan bir kararlılıktı bu. Sıralı dağların arasındaki dar bir ovanın düzlüğünde, hiç alışamadıkları bir ilçe yaşamı sürdükleri için sık sık yakındaki şehirlerdeki aile dostlarını ziyarete giderlerdi. Bu kez de birkaç günü birleşmiş bir tatil dönemiyle bu kaçamağı yapacaklardı. Evlerinden birkaç dakika içerisinde çıkmışlar, sırayla açık-kapalı olması gereken ev aletleri-tesisatlarının listesini kontrol ediyorlardı sohbet ederek. İlçeden çıkışı simgeleyen ağaçlıklı yola girdiler. Arzu'nun bisiklet gezileri yaptığı bu dar ancak mis kokulu yol belki de bu ilçe yaşamının tek güzel yanıydı onun için.

    Gözünü yoldan ayırmamaya çok dikkat eden Ahmet, kendince mırıldanan Arzu'ya bir anlığına baktı ve o anda ileride bir ışığın yanıp söndüğünü içten içe hissetti. Hızla arabanın gaz pedalını bırakıp direksiyona sarılma tepkisini gösterdiğinde, ilerideki hemzemin geçide doğru baktı bir an. İleride veya sağdan-soldan gelen hiçbir araç veya geçide yaklaşmış bir tren görünmüyordu. Zaten kırmızı ışığın yanıp sönmesi ve hemzemin geçide yeni eklenmiş otomatik bariyer kollarının ağır ağır ve yüksek sesli uyarıyla kapanması gerekirdi. Yine de hemzemin geçide birkaç yüz metre kala aracının hızını kesmeye başladı Ahmet. İhtiyatlı araç kullanma konusundaki içgüdüleriyle, ağaçların arasındaki boşluklardan yine de tren yolunu göz ucuyla incelemeye devam etti. Geçit üzerindeki bozuk satıh sebebiyle aracına hasar vermemek adına biraz daha yavaşladı. Öndeki tekerlekler demirlerin kısmi yüksekliğine değdiğinde biraz gaza dokundu Ahmet, aracının arka tekerlekleri de raylara temas ettiğinde Arzu'nun sağır edercesine çığlığı ile kafasını sağa çevirdi aniden devasa ışıklarıyla ve araca birkaç metre kalasıya kadar uzun uzun kornasına asılan devasa bir trenin camları yararak kendisiyle Arzu'yu aniden sıkıştırdığını ve aracı kağıt gibi buruşturduğunu gördü. Kalbi durmuş, gözleri o ana kilitlenmiş, aklında binlerce acı üst üste kendini kurguluyordu. Çok daha sert bir fren sesi darbesiyle kendine geldiğinde ise yine Arzu'nun çığlığını ve yükselen sesini duydu, hızla emniyet kemerini kavrayıp Arzu'ya sarıldı Ahmet. Çevresine bakmak için birkaç saniye bekleyip Arzu'nun sorulara boğan sesini duyduğunda kafasını kaldırdı, araç sert bir fren yaparak geçitten yaklaşık yüz metre sonra durmuştu. Arzu iyiydi, yalnızca emniyet kemeri ile Ahmet kendisini biraz fazla sıkmıştı o kadar. Hiç konuşmadan bakıştılar bir süre, Ahmet'in yüzü bembeyazdı ve ağlıyordu. "Hadi dönelim hayatım," diyebildi sadece "uykusuzum sanırım, biraz dinlenmek istiyorum" diyebildi Arzu'yu yanağından öptü ve aracını dar yolda birkaç manevra ile çevirdi. Hızla geriye hemzemin geçide yaklaştı, sorun ise Arzu'nun yaklaşan bir tren sesi ile alçalmaya başlamış hemzemin geçit bariyerlerini görmüş olmasıydı... Ne kadar bağırdıysa da araç büyük bir hızla bariyerleri geçerek bu kez gerçekten geçen trenle büyük bir gürültüyle çarpıştı. Geriye araç parçaları, trenden koşarak uzaklaşan insanlar, siren sesleri ve yarım kalmış hayaller ile güvenliği 4-5 katına çıkarılmış, adı "Karanlık Geçit" olarak değiştirilmiş bir hemzemin geçit ile birkaç gizem kaldı. Çözülmeyecek türde.
    !---- spoiler ----!
  2. kadim bir suyun kendisine adanmış tüm güzellemelerin arasından duyurduğu bir çığlık.
    içinden kopardığı bir çığlık.
    dünün kazananı, binlerce hânenin arasından,yuva olmayan bir yerin penceresinden,gerçek bir geceden cimrice kırpılmış şeye bakarken duydu çığlığı.
    dünün kazananıydı, zira sözlerini esirgemişti ustaca,kendisinden esirgenen tüm sözlere karşılık.
    güzellemelerden yorgun suyun çığlığıyla dünün kazananı, en gülüncünü yaşadı toz duman oluşların.
    kendini kazanan yapanan her bir sözcüğün ansızın orta yere dökülüşünü gördü.
    insan hâliyle içinden kopardığı şu şeylerin,bir suyun içinden kopardığı şeyin karşısındaki hiç oluşunu.
  3. denizi gören sıra sıra bankların olduğu uzun yolda kendini sürükleye sürükleye yürüdü kız, en ücra köşedeki sarkmış ağaç dallarının arasına gizlenmiş banka doğru. bir çarşamba öğlesiydi, tatlı bir sessizlik ve ince bir esinti vardı. bankın gölge tarafına kurulduktan sonra ceketini zarif bir hamleyle çıkarıp katlayarak yanına koydu. her hareketinde vardı bu sahte zarafet, sanki birileri dikkatlice onu izliyormuş gibiydi hali her daim. çantasından ince bir şiir kitabı çıkardı ve altı çizilmiş birkaç dizeyi dikkatlice okudu. ara ara kafasını kaldırıp düşünceli gözlerle denize bakıyordu. içinde bulunduğu anı yaşıyor değil de atlatmaya çalışıyor gibiydi sanki. sakin duruşunun altında sıkıştığı yerden kurtulmaya çalışan bir kuş çırpınışı vardı. kitaba son bir kez göz gezdirdikten sonra yeniden denize yönelen bakışları orada takılı kaldı, dünyadakiler için birkaç dakika, o kız için birkaç yıl geçtikten sonra bankın yanında bir adam belirdi. birkaç saniye tedirgince etrafa baktıktan sonra besbelli düşüncelere dalıp gitmiş kızı rahatsız etmekten çekinerek neredeyse fısıltı gibi bir sesle "oturabilir miyim?" diye sordu. kız bir an için irkildi ve bakışlarını denizden çekip yavaşça adama döndü;
    -ah tabii buyrun! ben de sizi bekliyordum zaten.
    bu cevap karşısında afallayan adamın oturmak için yaptığı hamle yarım kaldı. kısa bir sessizlikten sonra hafif bir kıkırtıyla "nasıl yani?" diye sorabildi. kız gülümseyerek başını hafifçe salladıktan sonra tekrar adama döndü;
    -daha doğrusu, birinin gelip oturmasını bekliyordum. lütfen oturun.
  4. kedilerin; dökülüp de hafif rüzgarda uçuşan yaprakların peşinden koştuğu güzel bir sonbahar gününde taşınmıştı bu şehre. her şey tamamdı. açıldığında yatak olan iki çekyat, üzerine çaydanlık bırakılıp izi kalan halı, iç içe geçmiş her biri birbirinden küçük sehpalar, 55 ekran arçelik açma kapama düğmesi bozuk bu yüzden kalem ile açılan tüplü televizyon, satıcının " kitap mı okuyorsun delikanlı " diyerek şaşırıp; bedavaya verdiği kitaplık. iyi fiyata satın aldım dediği buzdolabı, annesinin memleketten gönderdiği üç beş tabak, kaşık. artık yorulmuşdu, biraz uyudu. uyandığında acıkmıştı. yağ ve küf kokan apartman boşluğunun kokusunu içine çekerek markete gitti. ilk alışverişini yapmaya başladı. eve geldi. aldıklarını yeni sildiği dolaplara ve buzdolabına özenle yerleştirdi. çayı yerleştirirken şeker almadığını farketti. çayı şekersiz içiyordu ancak yeni arkadaşlar edinecekti. onlara "ben çayı şekersiz içiyorum siz de şekersiz için " diyemezdi ya. markete tekrar gitti ve şeker aldı.
    yaz gelmişti.
    çiğdem çitleyen çocukların sesine uyandı. artık o da "çiğdem" demeye alışmıştı. banyoya girdi ardından kahvaltı yapmak için mutfağa yöneldi. masanın üstünde açılmamış şeker paketini gördü. acı acı gülümsedi.
  5. Yananı görür Allah

    Serin bir ağustos sabahıydı. Rüzgarlı bir temmuz öğleninin izlerini taşımaya hâlâ devam eden Beat rice, bu sefer temkinli olmaya kararlıydı; Kırkpınar güreşçileri gibi yağlandıktan sonra erken saatte Eymir çevresinde hafif bir yürüyüş ve kargo bisiklet turu yapılıp bir avmye gidilecekti.

    Hafif yürüyüş, "ya buraya kadar gelmişken geri döneceğimize turu tamamlayalım"a evrilip, bisikletten de "ya buraya kadar gelmişken bisiklete binmezsem haftaiçi aklım kalır"la vazgeçilmeyince, güneş de beat rice'in eli uzun olmayışını affetmeyip sırtından vurunca işte biz o gün tükeneceğiz, - ay yok bu değildi :) - o zaman dans, bende renk :)
  6. yapıştırıcılardan artık katran halini almış önlüğünü başından geçirdi, arkadan iplerini bağladı. duvarda karısıyla olan resmini asmak için çaktığı çivinin yerini alan radyonun, sadece açma düğmesine basmasıyla, biraz olsun dertlerine derman olan türk halk müziği çalmaya başladı. karısını kanserden kaybetmişti geçen sene. ölümünden sonra cemalini her gün karşısında görüp de yüreğini sızlatmak istemiyordu. o çivinin yerine takvim asıp, zamanın yarasına olan ilacını hızlandırabilirdi ama o radyoyu seçmişti, zira hem derman hem de arada verilen haber ajanslarıyla duyduğu dünyanın acılarına da ortak oluyordu. doktor karısının sayılı ömrünün kaldığını, sebebinin de göğüs kanseri olduğunu duyduğunda kader dalga geçiyor diye düşünmüştü. çünkü bali kokusunun duvarların her köşesine işlediği dükkanda o çalışıyordu her gün, üstüne bir de köpek gibi iki paket sigarayı yakıyordu ardı ardına çalışırken. gastede okuduğunla bunlar kanser yapardı ama daha tadına bile doyamadığı karsının memelerinde bu illet çoktan baş vermiş, ciğerlerine değin yayılmıştı. birden radyoda en sevdiği türkü, beyaz giyme söz olur çıktı, taburesine oturdu, besmeleyle işine başladı. dünden kalan ayakkabıyı eline aldı, yüreğindeki çatlak misali tabandaki çatlağa bolca döktü baliyi kapansın, kapansın da bir daha açılmasın, sahibin ayağını kendinin de yüreğini ıslatmasın diye. baba mesleği ayakkabı tamircisiydi halil. çocukluktan pişmişti babasının yanında. babası artık öte dünyaya çalışmaya niyetlendiğinden dükkanı halil’e bırakmıştı. zaten iki kişi yapacak kadar iş de olmuyordu. artık insanlar tamir yerine, yenilerini alıyorlardı. ne de olsa her ay bir tamir parası vere vere istedikleri ayakkabıları alabiliyorlardı. gerçi tamir olacak halleri de kalmıyordu o ayakkabıların, çocukkenki ayakkabıların dillerinde okuduğu ‘made in’den sonra artık ilk defa duyduğu ülkelerin adı yazıyordu. bu elindeki ayakkabı öyle değildi, helalinden bir ikiyüzlük ederdi. arasına sürdüğü bali kurusun diye masanın üzerine koydu, cebinden ilk paketin ilk sigarasını yaktı derin bir nefes çekti, ciğerleri bari bayram etsindi. usulca dumanı bıraktı bali kokularının içine, parmağıyla uzanıp türkü bitmeden sesini yükseltti radyonun.