1. evde ağır kokan bir sessizlik. sessizliğin ağır kokusundan uzaklaşmak için kaç gündür geç saatlere kadar yürüyorum. dört odalı bir evde yalnızca iki kişiyiz. annem sürekli televizyon karşısında donuk. bazense namazlığın altında kıvrılmış uyuyor. insan, içini dökmeyi bıraktığında gider. içini dökmeyi bıraktığındadır ayrılık. leyla gitti. annemse kelimesiz. aynı göğ altında ölüyoruz kelimesizlikten.

    yaşam ile ne organik bağ kurabildiğim ne de büsbütün kopabildiğim serin olduğu bugün de yürürken, önümdeki küçük bir karartı mendili uzatıp “ister misin abla?” deyince dalgınlığımdan gerek irkildim. duraksayıp yüzüne baktım. önce “fotoğrafını çekebilir miyim?” dedim. gözlerini kırpıştırmadan elindeki mendili biraz daha bana doğru uzatınca üstelemeyi bırakıp, “nasılsın?” dedim. sesimin bir başka canlı sese çarpmasına ihtiyacım vardı. “iyiyim abla.” soruyu bana yinelemesini bekledimse de tekrar başka bir soruya geçmiştim.
    “adın ne?”
    “polat.”
    “kaç yaşındasın?”
    “yedi.”
    “bir tane alıyorum,” deyip tuttuğu mendili aldım. polat’ın isli yüzü daha serindi. daha yeryüzü. yürümeye devam edeceğim sıra montumun ucundan yakalayıp çekiştirdi beni. biraz daha serin bakan yüzünü, biriktirdim bakışlarıma. “abla, pembe renk var. onu vereyim,” deyip elimdeki mendili kaptığı gibi yerine pembe bir mendil bıraktı. sonra gitti. polat’tan bana serin bir yüz, pembe bir mendil kaldı.

    yol üzerindeki parka yönelip orada yanı boş olan bir amcanın yamacına oturdum. oturmak için izin de istememiştim. telefona baktım. ekranda bildirim yoktu. kitaplar geldi, aklıma. masanın kenarında okunmayı, yazılmayı bekleyen bir sürü kitap. birikiyordu. o sıra bir e-posta düştü telefonuma. leyla’ya yazdığım üç mektubu göndermiştim bir dergiye. kabul edersem bu üç mektubu bir kitap olarak ayrıca yayımlamak istedikleri, yazılıydı. en kısa zamanda dönüş yapmamı istedikleri de. desenli mektuplar… leyla’nın desenleriyle örülmüş bu mektuplar kitaplaşsa ne fark ederdi. insan bilmediği şeyler hakkında çok abartılı davranabiliyor. hâlbuki her şey çok basitti.

    amcaya bakmadan kalktım. parkın içinden geçerek yürümeye devam ettim. parkın çıkışında banka uzanmış yaşlı bir amcayı görünce durdum. ayağındaki yarasından tanıdım. hasan amca. alnına vuran soluk güneşin önüne geçip sertçe dürtme arzusuyla serpildim. tereddütsüz mutlu olmuştum onu gördüğüme. bekleyemedim. omzuna hafifçe dokunarak bağırdım. “hasan amca! hasan amca!” yeterince bağırmayınca duymuyordu. gözünü açtı. “kimsin sen?” dedi kuru sesiyle. “benim hasan amca, tanımadın mı? hani istanbul’da iken gelirdin benim yanıma. necla ben necla. tanımadın mı?”
    “necla mı?”
    “evet, necla ben.”
    bir lokomotif ağırlığınca yerinden doğrulup bir kez daha baktı bana. yüzü sırıtıyordu. gözlerindeki pis rengi canlanmış, temizlenmişti. “necla!” diye bağırıp bir iki kahkaha savurdu suratıma. hasan amca’nın karşısında nasıl görünüyordum bilmiyorum ama sırıttığım apaçık belliydi.
    “senin ne işin var burada hasan amca?” dedim. güldü.
    “ gencim, dolaşıyorum.”
    “ne zamandır buradasın peki?”
    “epeydir buradayım,” dedi. hasan amca’yı görmeyeli saçları biraz daha uzamış. ceketi biraz daha yıpranmış. sakalları biraz daha açılmış. hasan amca’yı görmeyeli biraz daha yaşlı kokuyordu. gülüyordu. dişsiz ağzı, dünyanın en gerçekçi penceresiydi. durmadan pencereye bakıyordum.
    “atanamadın mı daha sen?”
    “yok, daha atanamadım. dolaşıyorum öyle avare.” tümüyle hapşırır gibi güldü. hangi sözcüğün neyine gülmüştü, gülünecek ne vardı bilmiyorum ama ben de gülmüştüm, onun gülüşüne bakıp.
    “bu ülkenin insanları çok namussuz necla. çok şerefsiz dolu sokaklarda. sen fazla namuslusun, devletin sıcak elinin sırtını sıvazlamasını bekleme. istanbul’dayken, çok geldim dükkâna. her sabah seni sordum. sen gidince çok kovdular beni kapıdan. can yaktılar. sen gidince oradakiler kötüleşti. bir daha da uğramadım dükkâna. sen ne zaman geldin buraya?”
    “çok oldu hasan amca. işsiz kalıp tekrar iş bulamayınca dönmek zorunda kaldım. şehirden taşınana kadar çok baktım sana ama seni hiç göremedim,” dedim.

    kırıntılı nefesi dudaklarına çarparken gözlerini ayağındaki yaraya dikiyordu durmadan. sonra kafasını kaldırıp, ülkenin gündeminden, 15 temmuz darbesinden, yaşanılan sokak kavgalarından, öğretmenlik mesleğinin icra edilemeyişinden, devlet kurumlarından, bir sürü kamu konularına girip çıkıp anlattı. söylediği hiçbir şey kulağıma yer etmiyordu. sadece pencereye bakıyor, kollarımdaki sarılma isteğini zapt ediyordum. içimde çalkalanıp duran o soruyu sormak istiyordum. soluklandığı bir cümlenin arasında, soruyu uzattım.
    “hasan amca, sen hiçbir şeyleri özlemiyor musun?” dedim. yine ani gelen kahkahasını savurdu rüzgârın serinliğine. yüzümü yalayıp geçti. o kadar. kalkarken “gidiyor musun yine necla?” dedi. gözlerindeki temiz rengi, eski pis haline bürünmüştü. kabuklu elini tutup “görüşürüz hasan amca,” deyip uzaklaştım. hüzünle karışık bir sevinç. tanıdık bir dostu görmenin. yürüdüm, rastgele.

    hasan amca! hasan amca! hasan amca! adını sayıklaya sayıklaya bir kafenin yol kenarındaki masasına oturdum. ne zaman yürüyüşü bırakıp boşluğa çömelsem, yüreğimin ağzındaki özlem daha da kavruluyordu. uzak özlemler düşünürken, kadıköy’deki evin rutubetli kokusunu özlediğimi hissettim. elimin altındaki duvarın katı ıslaklığını da. oturduğum şu masada, ahşap bir evden boyalı mezarlıklara taşındım yeniden. çok uzun bir gün boyunca, hayatın kısa tuttuğu sevgi, şişlik yapıyordu böğrümde. böğrümdeki şişlik, uyanınca geçecekti elbet. ama uyandığımda, yaşamadan eskittiğimiz şeylerin kederi, bir pire ısırığı gibi kalacaktı da. sevmekten çürüğe çıktığım şu günde de anlamadığım şakalar yapıyor bana hayat. kötü şakalar.

    öldüresiye kuvvetli bir ağ örüyor içim. leyla, sustuğundan beri. mavi damarların güzelliği silindikçe kayboluyor, o mahcup bakışma anları. onun gidişinden kalan âh, bir porselen bebeği gibi parçalanıyor, defalarca. bu gidişin fazlalığı, az buçuk yanımla yakaladığım, dikkatle, sarsmadan tuttuğum sevgiyi, korku çiçeğine dönüştürüyor. korku çiçeği… yeryüzünü soğutacak. yoktan var ettiğim güç, tamamen yitecek. kaburgası kırılmış bir dünya içim şimdi. leyla’nın gidişi giyotin bıçağı gibiydi, şansa hiç yer bırakmadı.

    olur da bir gün sana gene yollarda rastlasam. dopdolu bir gökle taşınsam gülüşüne. hafifçe aralık bıraksan kapıyı. süzülsem. biraz daha, otursak. biraz daha, dudaklarım omuzlarındaki bir ormana gizlense…

mesaj gönder