1. derviş ve kadın

    “belki bu akan su gidiyor ayağına bir kavağın
    yıkasın diye bir kalbin kederini”
    dedi adam ve kadına sordu:
    “kaç yaşındasın?”
    “kaç yaşında görüyorsan o yaştayım.”
    “doğru.” dedi adam:
    “belki bir dervişin eli kurumuş ekmeğini suya banmıştır,
    belki güzel bir kadın su kenarına gelmiştir.”

    “benim hiç mentorum olmadı” dedi kadın, “o derviş sen misin?”
    güldü adam. gülünce ağzının içi göründü. dilinin üzerindeki tütün lekelerini, azı dişlerinden birinin olduğu yerdeki boşluğu gördü kadın. iğrenmedi. adam tütün ve toz kokuyordu. kadın kokunun getirdiği dinginlikle şaşırdı, oturduğu yere iyice kaykıldı. şimdi daha rahattı.

    “insanları sevmiyorum ben artık.” dedi kadın. yüzü ciddiyetle asıktı. adamı inceleyen gözleri hafifçe kısık, küçük ağzı aralık. nefesi az önceki molada yediği portakal kokusuyla karışık çürük meyve kokusuyla harmanlı. nefesinin adama geçtiğini biliyor. nedense keyiflendi aniden. sonra sertçe devam etti sözlerine: “insanlardan vazgeçtim…..” devam edemedi.

    “suyu bulandırmayalım” dedi adam, “aşağılarda bir güvercin su içiyor.”

    “neden böyle şiirli konuşuyorsun? sana insanlardan vazgeçtim ben diyorum.”

    “suyu bulandırmayalım.” diye yineledi adam.

    “hayır, bak sana anlatmaya çalışayım, bu çok saçma aslında, çünkü ben vazgeçtim, beni anlıyor musun? yine de anlatacağım sana, beni dinler misin?
    burada karşıma çıktın, kimsin, necisin bilmiyorum. ama senden korkmuyorum. içimde bir zehir var, akıtmam gerek. onun için bu dağ başındayım. bana şiirle geldin. belki benim için geldin. onun için anlatmalıyım sana, beni anlıyor musun?”

    adam yüzünü suya çevirdi; “ne içimli bir su, ne kadar duru akıyor!”

    döndü, dimdik kadına baktı: “anlat o zaman.” sesi ne kadar da sakindi, hatta yumuşak. tıpkı söylediği şiirli dizeler gibi, su gibi bir ses. neredeyse huzurdu hissettiği kadının. bütün bu anlar gibi bu an da bir andı yalnızca. geçiciydi. geçti.

    “içime oturmuş kocaman bir taş var. benzetmeler konusunda hiç iyi olmadım. bir de şu var; eğer siz, örneğin benim bir önceki cümlemi başkalarının yanında bir-iki defa söylerseniz, insanlar bunu allah'ın emri gibi kabulleniyorlar ve bunu yüzünüze çarpılan bir cümle olarak başkalarından duyduğunuzda hele benim gibi her konuda kendini suçlayan biriyseniz, kendinize 'oh olsun, sen bu cümleleri hakkettin, çeneni tutmadığın sürece başına gelecek her şey senin suçundur." demeye başlıyorsunuz.

    insanlardan vazgeçtim. onlarla uğraşmıyorum, onları değiştirmeye falan da çalışmıyorum. idealist yapıdaki benim gibi insanlar için bunun tek çözümü insanları hayatınızdan çıkarmakla mümkün. çünkü sözler hep yanlış anlaşılıyor, kendinizi doğru anlatmak nasıl yorucu geliyor ve bıktırıcı. oysa benim işim insan yetiştirmek. bu aslında nasıl güzel. hele onlarla gerçekten ilgiliyseniz. bunu anlıyorlar. bazen insana dair tek umudunuz onlar oluyor. hepsi değil belki -bu eşyanın tabiatına ters- ama yakaladığınız ışık parçaları sizi hayatı sürdürmeye ikna ediyor. işini sevmeden yapan herkese çok acıdığımı söylemek isterim. acımak benim ne haddime meselesi değil bu. yaşadıklarını ben yaşamış gibi hissediyorum, boşa geçmiş bütün o hayatlar için acı çekiyorum anlamında söylüyorum bunu. ve kendimle çeliştiğimin de farkındayım, hem insanları sevmemek hem de onlar için üzülmek. öyle değil işte. kafamda bir yer var. neden var bilmiyorum. bu 'yer' herkeste var aslında. ben gücüm yettiğince yararlı olmak istiyorum, var oluşumun, var olduğum dünyaya bir katkı sağlamasını istiyorum. bunun için seçtiğim meslek konusunda şükran doluyum.

    yetişkinler konusu ise tam bir fiyasko. sanırım değil, eminim şansla ilgili her şey.
    yetişkinler konusu son yıllarda benim açımdan iyice acınası bir hale büründü. olumsuz giden her şey konusunda artık kafa yormayı bıraktım. terslik bende diyorum ve her şey halloluyor.

    'ayrık otu' olmak nedir diye sorsam, herkesin verilecek bir cevabı vardır. ama insanlar ayrık otu olmamak için didinir hayatları boyunca. bazıları o insanların içine giremez bir türlü. istememekten değil, denememekten de değil. belki yanlış yer, yanlış zaman ve yanlış insanlardan. şans işte.
    yaşadığı toplumla barışık, uyumlu bir bireyin dağ başında işi ne? o gider instagramına, 'imrenilecek' hayatının karelerini paylaşır. bize kadeh kaldırır, kahkahalarını duyurur, özenli peynir tabağından 'prosciutto'sunu gösterir bize. gösterir dedim bak, anlatmaz o, gösterir.

    o zaman ben de o ünlü repliğe bir katkı sunayım: hayatta iki çeşit insan vardır; anlatanlar ve gösterenler. hah ha! nasıl kolaylandı her şey. vah benim sınıfımın bu acınası duyargamlığına!

    neyse ağlanmayı bırakıp neticeye mi geleyim hemen, yoksa biraz daha yuvarlandırayım mı?

    gene oldu, yine sustum, susmadım ama sustum. çünkü susmasam bir defteri daha kapatmam gerekecekti. ve ben henüz bitmesine karar vermemiştim.
    söylenenler unutulmaz henüz ama bünye sağlıklıysa kabuğu da iyice kalınlaşır, sonra da kendiliğinden düşüverir.

    içim ferahladı mı biraz. biraz, evet. aslında 'not yet'. ne söylersem söyleyeyim boş gibi geliyor. kişinin kafasının içindekileri başkalarına aynı duygu bütünlüğüyle geçirmesi edebiyat aslında. edebiyatın başka türlü tanımlarından biri de bu. ama ben biliyorum ki, bizim o okuduğumuzda ya da izlediğimizde hayran olduğumuz, duygu geçişlerini neredeyse bire bir hissettiğimiz kahramanları yaratırken, sanatçılar da bunu kolayca yapmıyorlar. kimse yapamaz zaten. çok büyük bir emek ve çaba var işin işinde. yaşamdan akıp giden saatler var. ve dünyadaki en zor şeylerden biri de bir insanın başka bir insanı anlaması.”

    aniden sustu kadın. öyle hızlı konuşmuştu ki, aklındakileri bir an önce anlatabilmek için, nefes nefeseydi. derin nefesler çekti. nefesini düzeltmek için.

    “monoloğum şimdilik bitti. beni anladınız mı?”

    karşılaşmalarının en başındaki senli benli seslenme, kadın kendini anlatmaya başladığı andan beri ‘siz’e dönüşmüştü.

    adam, kadın konuşmaya başladığında eline aldığı tespihin boncuklarını yuvarlamakla meşguldü ve tespih tutan esmer, kemikli elleri, uzamış saçları, sakalı, sıradan üst başıyla bir dervişten çok bir gezgin havası taşıyordu. öyle ki, konuştuğunda sesindeki belli belirsiz aksan buralı bile olmadığına yorulabilirdi. kadına bakmadı, sanki dünyanın en önemli işini yapıyormuşçasına çevirdiği boncuklardan gözünü bir an bile ayırmadan konuştu:

    “görmedim köylerini
    çardakları altında kuşkusuz tanrının ayak izleri var
    orada mehtap kelamı boyunca aydınlatıyor
    yukarı köyde kuşkusuz örme duvarlar kısadır
    insanları şakayık hangi çiçek biliyor
    kuşkusuz mavi mavidir orada
    köylüler biliyor hangi gonca açıyor
    nasıl bir köy olmalıdır
    bağ yolları hep musiki ile dolu olsun
    su başındaki o insanlar anlıyorlar
    suyu bulandırmıyorlar
    biz de suyu bulandırmayalım.”

    tespihin boncukları boynuna dolandığında ve boğazını sıkmaya başladığında bile korkmadı kadın. çığlık atmadı, mücadele etmedi. görüntüler bulanıklaşırken, zihninde kendi sözünün sonu başka bir şiir vardı:

    “demlendikçe yalnızlığı aydınlanıyor muammer bey
    olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması”
    hero

mesaj gönder