1. vapurdan…

    böyle güneşli günlerde alışılageldiği üzere güverte kalabalık. şurada merdivenin yanındaki sırada oturan yaşlı adamı tanıyorum. belki yüzlerce kez gördüm onu bu hatta. zaten o da yılların alışkanlığıyla bakıyor etrafına. kafasının içinden geçen: “nerede o eski istanbul?” seslerini buradan duyabiliyorum. yanındaki genç adam da duymuş olacak ki göz göze gelirsek bir sohbet açılır korkusuyla kaçırıyor bakışlarını. yaşlı adamın karşısındaki sırada -belki de yanındaki demeliyim, peki o zaman aradaki boşluğu nasıl ifade edeceğim?- küçük bir çocuk, dedesinin kolunun altında, her şeyi merak ederek ve dikkatle inceleyerek (ah, o çocuk telaşı, neşesi, öğrenme arzusu…) üstelik hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan sorular soruyor. dedesi de torununun ilgisine sevinsin mi, soruların bazılarını yanıtlayamadığına utansın mı, bu zehir gibi oğlanın kendi torunu olmasının gururunu -şu hiç tanımadığı yaşlı adama mesela- ona buna anlatsın mı yoksa çocuğun oldukça yüksek sesle sorduğu her sorunun ardından kendine yönelen bakışlardan sıkılsın mı karar veremez halde. günleri güzel geçecek gibi… hemen yanlarında oturan şişman, yalnız ve sinirli adamın aksine… arkalarında oturan beş genç de hallerinden memnun gözüküyorlar. en azından güvertedeki herkesi onları dinlemeye mecbur bırakan sesleriyle attıkları şen kahkahaları duyanlar böyle düşünüyor olabilir ama her birinin içinde tarif edemediği kederler, nedenini bile bilmediği gedikler var. zamane… kenarda ayakta duran çift ise -herkese sırtlarını dönmelerinden de belli değil mi?- ne sesleri işitiyor, ne insanların yüzlerindeki acıyı, telaşı, kaygıyı görüyor ne de başka herhangi bir şeyi umursamaları gerektiğini düşünüyorlar. onlar için en önemli şey birbirlerinin avuçlarında terleyen elleri… güvertenin yan tarafında herkesi görebilecek şekilde oturmuş genç kız içinse -hani şu sonradan nefes nefese gelen- durum biraz farklı. o herkesi tek tek ve büyük bir dikkatle inceliyor. yüzlerini, oturuşlarını, konuşmalarını… o kız yaşlı adamın da, şişman adamın da, gençlerin de farkında. hatta yanındaki kendinden daha genç adama hararetle bir şeyler anlatan orta yaşlı, kıvırcık saçlı adamı o benden önce gördü. kırık kolunu alçının askısından çıkartarak anlattıklarını desteklemeye çalışan genç-ergen delikanlıyı da benden çok önemsedi.

    burada, bu vapurun güvertesinde, birbiriyle hiçbir ilgisi olmayan, hatta diğerinin varlığından habersiz bu insanların en somut ortak yönü benim! benim bir köşeden onları izlediğimin ve aslında onlar hakkında ne çok şey bildiğimin farkında bile olmamaları… yönetmen olmaya heveslenen şu yeniyetme de farkında değil varlığımın, vakur durmaya çalışsa da güzel gözlerinin dolu dolu oluşunu gizleyemeyen kadın da… onu daha vapura binmeden gördüm, iskelede. o zaman da doluydu gözleri ama karşısındaki adam bile görmedi bunu. arkasını döndü ve gitti, öylece… kadınsa kaldı iskelede, hâlâ orada bekliyor bir yanı. bir yanı o adamla gitti.

    her biri için birçok şey söylenebilir şüphesiz, herkesin ayrı bir hikâyesi var. diğerleri belki başka sefere… benim kahramanım şu kız, hani nefes nefese gelen, herkesi inceleyip duran meraklı taze (bu deyimi de orta yaşlı bir hanımdan öğrendim, kızına söylüyordu). herkesi inceleyip duruyor bir yandan, bir yandan da kocaman çantasından çıkardığı küçücük defterine bir şeyler yazıyor. defterin kapağında da bir vapur resmi… besbelli bir deniz aşığı bu kız, durup durup derin bir nefes çekiyor denize bakarak, “iyi ki yaşıyorum” der gibi… göz göze geldik! kafasının içindeki soru işaretlerini görebiliyorum, bir sürü çentik de cabası… diğer yandan gözleri ışıldıyor, gözleri denizde; gözlerinde umut, yaşam arzusu, o açlık, gençlik heyecanı, hevesler… notlarında neler var kim bilir?

    yine uzun uzun etrafı seyretti, çevirdi sayfayı, bir şeyler yazmaya başladı “tabii ya” der gibi…

    “yıllarca deniz deyince, vapur deyince martılar geldi aklıma. denizin üzerinde beyaz köpükler gibi duruşları, sonra o uçsuz mavilik üzerinde salınmaları… oysa şimdi, yani işe her gün vapurla gitmeye başladığımdan beri, anladım ki asıl deniz kuşu karabataklar! karabataklar evet! çoğumuzun çoğu kez farkına bile varmadığımız kuşlar, su kuşları, deniz kuşları. hani şu dalgakıranlarda, kayalıklarda, deniz fenerlerinde yan yana -asker gibi- dizilip denizi, vapurları seyreden kuşlar. siz de onları seyretmeye başlayınca görürsünüz o kayalarda, dalgakıranlarda kanatlarını açıp öylece durdukları vakur hallerini. ama onlara gerçek deniz kuşu dememim nedeni başka… martılar hep denizin üzerindedir değil mi? vapurların peşindedirler hep çığlık çığlığa… yani insanlara gösterirler kendilerini mutlaka. karabataklarınsa böyle bir derdi yoktur, onlar denizin içindedir. tam içinde! karabataklar nasıl öter düşünen var mı ki? merak eden… bazen dalarlar dibe, uzunca bir süre sonra bambaşka bir yerden çıkarlar. üzerinde değil, içinde, tam içinde, bata çıka… ve hep temas halindedirler denizle. insanların atacağı simitleri umursamazlar, onlara ihtiyaçları yoktur, onlar için gösteri yapmazlar… deniz ve onun verdikleriyle yetinirler. burada, bu vapurun bir köşesine konmuş martı gibi insanları izlemez onlar, belki onlar da insanların farkında değillerdir… bütün bunlar bir yana, karabataklar uçarken bile kanatları suya değer! bir şeyi sevmek bu olsa gerek…”

    benim kahramanımın kahramanı ben değilmişim demek… burada beni fark eden tek insan, belki de haklı… belki bir deniz kuşu falan değilim ben, belki sadece bir vakanüvis…

mesaj gönder