1. on dokuzlu yaşlarımın sonlarındaydım, bir yaz günü, oturduğu evin biraz yakınında, belki de bir daha kalplerimizin hiç bu kadar yakın olamayacağı bir günde buluşmuştuk, hava koyuydu. biz ise tesadüf müdür bilinmez, beyaz tişörtler giymiştik, renklerle alakalı bir şey.

    elini tuttum, -bu dünyada benim yanımdayken ona hiç kimsenin zarar veremeyeceğini bilmesi için- hava daha da karardı.

    öptüm, - dünya kabuğu üzerinde iyileşmeyen her şey için- yağmur yağmaya başladı, gökyüzüne baktık, devam ettik. sanki pes etmemizi bekler gibiydi.

    dünyanın dengesi iyi olacak derken, dünyanın dengesini bozuyormuşuz, ya da kendi dünyamızın dengini, bilemiyorum, gözlerinin içine baktım, defalarca.

    kelimelerin ve sesin olmadığı bir yerde yan yana oturmuştuk,
    ayrı yazılmıyorduk.

    güzel gözleri vardı, kör olmaktan korkuyordum.

    bir şeyler anlatmam gerektiğini biliyordum ama bunu kelimeler ile yapamayacağımı bildiğim için hissetmesini bekledim, olmadı. sanırım o hissedemedi, ben de tam anlamıyla anlatamadım.

    eğer anlatabilseydim, yeniden limon ağaçlarının yapraklarını koparabilecek miydik beraber, ya da onları saklayacak mıydık? balıklama atlamak istediğimiz halde yapmayıp, elini tutup, çivileme atlayabilecek miydik kıçı kırık o sahil kasabasında tekrar?

    eğer anlatabilseydim, gıcırdayan merdivenleri olan kültür merkezinde seni tekrar seyredebilecek miydim? bir ayağı daha kısa olan kare masanın etrafında arkadaşlarınla birlikte tekrardan oturabilecek miydik?

    eğer anlatabilseydim gerçekten, seni izlemeye gelmeyen ama çıkışında bekleyen babanla tesadüf eseri tanışıp, tekrar saçma sapan bir futbol muhabbetini konuşabilecek miydik?

    eğer anlatabilseydim, arkadaşın tekrar benim, onun sevdiğine kavuşabilmesi için dua etmemi isteyecek miydi? bilirsin, genelde dualarım kabul olur.

    belki de bu hayattaki en büyük felaketlerden biri de, anlatamamaktır.
    ya da hissedememek, bilemiyorum.

mesaj gönder