1. itiraf ediyorum, benim için hayal kırıklığının miladı hayta babamla değil, mavi bakkal'ın sahabısı murat amcayla başlar.

    yaşım 5, en fazla 6, tam emin değilim. o zamanlar gazeteler,çoluk çombalak kültürlensin diye çılgın atıyor. yeni yüzyıl gazetesi bir sürü çocuk klasiği veriyor her hafta, sabah gazetesi henüz bizlere ait o zamanlar, ozmo veriyor her gün, tv'yle paralel takip edilebilecek ingilizce öğrenim seti, magic english, ayşegül serisi, hürriyet gazetesi şirinler'in maketlerini veriyor, hikayelerini veriyor, bulvar - tan gazeteleri meme falan veriyor, çılgın günler ve gecelerdi.

    bakkal çağım gelmiş, her zeytinburnu jojuu gibi ben de mavi bakkal'ın yolunu tutuyorum her sabah ekmek, yumurta almak için. üç alıyorsam ikisini kırıyorum zaten, amatörüm daha. neyse. bu canım bakkal muradım şirin bir amca. bir ara mavi önlüklüydü hatta, milenyum'dan sonra giymedi, global oldu o da başımıza. ben bakkala girdiğimde istediklerimi söylerim, o da sarıp verir, güler, para aldı üstünü verdi olurdu ve alışveriş sekansını bakkaldan çıkmamla çekip bitirmiş olurduk.

    sabahlardan bir sabah efendim. yine girdim bakkala. murat amca yumurtaları seçerken benim gözüm ozmo eklerine ilişti. çocukken öyle elleyen, bakan bir şey değildim, baya baya ürkerdim insanlardan. (şimdi elleyip bakıyorum, korkacak bir şey yokmuş) uzaktan böyle kapağına bakıyordum, yaklaştım bir sayfa açtım. diğer sayfayı çevirmeye kalmadan benim çılgın murat amcam "oy yavruuım!" diye bir güldü, kollarını açtı! zıpladım korkumdan döndüm gerime, murat amca dede gibi sarıldı bana, tabureye oturttu. "bundan sonra burda bakıp sevdiğin, okumak istediğin, boyamak istediğin ne varsa al, hepsi senin olsun, olur mu yavrum? " dedi. ohaohaohaohaoha yani bütün o kitaplar, ozmolar,maketler benim miydi, hepsini sormadan alabilir miydim!

    çok sevinmiştim, çok şaşırmıştım, donup kalmıştım bir de, sadece "ı hı" diyebildim sessizce. o gün bana bir çocuk klasiği ve ozmo verdi. sonra her gün gerçekten de ne istediysem gülerek, konuşarak, "oku iyi çalış ha" diye dede gibi tembihleyerek verdi bir sürü kitap, dergi, boyama kitabı ve maketi. benden başka çocuğa yapıyor muydu böyle bilmiyordum. murat amcanın en sevdiği çocuk olduğumu düşünüp çok seviniyor, ona ve bana verdiği hediyelere layık olmak için daha türkçe grameri, hatta alfabeyi sökememiş bir bızdık olarak ingilizce öğrenmeye çalışıyordum, çok okuyup, daha çok boyuyordum. durduk yere murat amcanın benim bile bilmediğim bir sebepten bana inandığını düşünüyordum.

    sonra yine bir gün, bakkaldan içeri girdim. girer girmez hep yaptığım gibi gazetelerin ve verdiklerinin istiflendiği yere gittim. bir de ne göreyim! tübitak (o da bizlerin o vakitler) hayvan ansiklopedisi vermiş! sert kapak, renkli kuşe kağıt, 100 küsur sayfa... o bittiricik yaşımda bile edepliyim ama, al dediler diye elime ne geçerse tutup almıyorum. ama biliyorum ki neyi sorsam gülerek veriyor murat amcam. canım amcam. ağzına eşşek sıçaydı amcam.

    dedim "murat amca, bu parayla mı, gazeteyle mi?" bir yandan da kitapla beraber yumurtaları kırmadan nasıl götüreceğimi düşünüyorum, kitap artık benim çünkü, nezaketen sordum ki "alıp gitti arsız veled" olmasın. ben tam "al yavrum, hala soruyor musun? " demesini beklerken "bırak bırak bırak! bırak hepsini geç şuraya!" diye bağırmasın mı bana! korktum, ağzımı da açamadım ne oldu demek için. dediği yere ürkek ürkek geçtim. elime ekmekle yumurtayı tutuştururken "bir daha burdan tek bir kağıt çöpü bile almayacaksın duydun mu! sana kitap mitap yok bundan sonra anladın mı!" diye ikinci fırça darbesiyle beni yatmaya daha 98 fırça darbesi varken melissa p. yaptı hıyarto! "hı hı" dedim gözümü kara beton zeminden ayırmadan. içerde düşmemeleri için alt çenemi şiddetli vibrasyona aldığım gözyaşlarım, kapıdan çıkar çıkmaz şeker kız candy'nin arthur için döktükleri gibi bir sağa bir sola süzüldü ip gibi. anlamın ne demek olduğunu bilmediğim bir yaşta bir anlam arıyordum bu yaptığına. ondan kitap istememiştim, iyi davranmasını da, dede gibi olmasını da. çocuklar belli bir yaşa kadar evcil hayvanlar gibi, her şeye ve herkese, özellikle ilgiye ve ilgi gösterene çok çabuk alışıyorlar, onları benimsiyorlar. ben de öyle olmuştum. birden bire kovalanmak, üstelik sebepsiz bir şekilde azar işitmek çocuk kalbimi kırmış, en kötüsü de kendimi kötü davranılmayı hak eden akılsız bir çocuk gibi hissettirmişti.

    ben hep gösterip de elletmeyenin önce babam olduğunu anlatır, düşünürdüm ama fark ve itiraf ediyorum ki ilk sütü bozuk, bakkal murat amcaymış. bu benim hayattaki ilk yanılgımdı. öğrendiklerimi tekrar ettirip, daha iyi belletmek için hayatım karşıma aynı hataya düşme fırsatını 14 yıl sonra tekrar verecek, ben de hiç düşünmeden fırsatı krize çevirecektim...

    hâmiş : bugün ingilizceyle hiç derdim olmadan büyüdüysem yan yana, hep o ozmo' lar sayesinde youser'lar. dergisinde, tv programında emeği geçen kim varsa god bless them yeminle, ındaaağiyaay vil oolveyiz lağv deem...
  2. gecenin bir vakti yakıcı soğuğa aldırmadan sigara almak amaçlı hafif tenha bir yerde olan ziraat atm'sine gitmemle başlamıştı her şey. malümunuz her ne kadar gecenin geç saati ve şiddetli bir soğuk da olsa, istanbul her daim hareketlidir. yalnız dün gece bütün istanbul dışarı çıkmamak için anlaşmışlardı sanki. giydiğim botun verdiği özgüvenle aldırmadan buzlu yolların üzerinden tenhaya doğru yürümeye devam ettim. nihayet gelmiştim atm'ye. tabii tedirginlik var biraz. derhal murphy'nin yedi düvelini saygıyla yâd ettim. ama gel gör ki hiçbir kimseyi göremedim ve paramı çektim. mirket misali etrafı kolaçan ettikten sonra gözüme anormal bir olay görünmediğinden sebep gayet normal bir şekilde yurduma doğru yürümeye devam ettim. yurdun yaklaşık 100 metre aşağı tarafında karanlıklar lordu sauron'un bile tırsacağı bir tenha var. o tenhayı geçmeden yurda ulaşmak mümkün değil. zira o tenha balicilerin yuvası niteliğinde. felak nas okuyarak ayağımın kaymasına aldırmadan, hızlı adımlarla yürümeye devam ettim. tam tenhayı geçeceğim bir vakit, boğazımda bir soğukluk hissettim. aha sı*tık dedim. derhal izlediği filmler aklıma geldi. adamla göz teması kurduk. beklediğimin aksine sakalsızdı. zira suriyeli olmasından şüphelenmiştim. gözlerimi dört açarak adamın arkasına bakmaya başladım. planıma göre adam arkasına bakacak bende o arada okkalı bir tekme savurarak run forest run diyecektim kendime. ama öyle olmadı. adam cüzdanını bana ver ve arkanı dön dedi. tabii bu kadar kibar değil. tam olarak ne dediğini hatırlamıyorum. ama cüzdanı anlamıştım. yapacak bir şey yoktu. malum burası esenler. cüzdanda aşağı yukarı 135 lira felan para vardı. tüm paramı çekmiştim. cüzdanı teslim ettim adama. gıdım üzülmedim ama müthiş bir macera geçmişti başımdan. adamın cinayet işleyecek bir surata sahip olmadığını görünce hepten neşelenmiştim. bunlar 40 50 saniyelik olaylar tabii. ardından aniden sessizliği dinlediğimi fark ettim. arkamı dönmüştüm cüzdanı verdikten sonra. bir baktım adam asafa pavıl olmuş yokuş aşağı koşuyor. tam çok şükür ucuz atlattık demek üzereyken cüzdanın yerde olduğunu fark ettim. kimliğim vesair hepsi içindeydi. bir kez daha sevindim bunun üzerine. üzüldüğüm tek şey sigara paramın kalmamış olmasıydı. cüzdanı elime aldım. fakat aman yarabbi o da neydi!!! cüzdanımda tam tamına 130 lira para vardı. hırsız sadece beş lira çalmıştı -helali hoş olsun- dumur olmuş bir şekilde adamın yavaş yavaş gözden kaybolmasını izledim. ve cesaretimi toplayarak hırsızın peşinden koşmaya başladım. alimallah aralıksız beş dakika koştum ve hırsızla aramda ufak bir mesafe bıraktım. hırsız dikkat çekmemek için olsa gerek yürümeye başlamıştı zaten, benim onu takip ettiğimden haberi yoktu. ufak bir dükkana girdi vicdanlı hırsız. 1 dakika içinde iki poşetle dışarı çıktı. elinde süt kutusu ve ekmek gözüküyordu. ben hâlâ olayın etkisinden sıyrılamamıştım. hırsızın peşine dükkana girdim. nasıl akıl ettiysem bunu, kendime hayran kaldım. bakkal amca virane bir evde oturduğunu söyledi "hırsızın." evin yerini aklımda tuttuktan sonra. soğuğa ve gecenin ilerleyen vaktine aldırmadan, gecekonduya doğru ilerlemeye başladım. sigara almaya çıkmıştım, başıma neler gelmişti.

    nihayet hırsızın "evini" buldum. tam anlamıyla viraneydi ev. elektrik bile yoktu evde, mum ya da lüks yanıyordu heralde. içerden bebek sesi geliyordu. rüyada olmadığıma kanaat getirdikten sonra beyin fırtınası yaptım. aklıma müthiş bir fikir geldi. derhal bakkala geri döndüm. taşıyabileceğim kadar, erzak aldım. makarna pirinç mercimek küp şeker bile aldım. tanrı şahidimdir, taşıyabilecek durumda olsaydım bütün paramla erzak alırdım. müthiş bir heyecanla gecekonduya geri döndüm, cesaretimi toplayarak kapıyı çaldım. yaklaşık otuz saniye sonra orta yaşlı bir kadın açtı kapıyı. elimdeki poşetleri gördüğü an ki bakışını görecektiniz, aman yarabbi ne kadar şaşırmıştı. hırsız abi, korkmuş olmalı, doğru ya polis gelmiş olabilirdi. o yüzden hanımını göndermiş olmalıydı. inanın tek kelime etmedik. ben tam poşetleri bırakıp tabanları yağlayacağım vakit, hırsız abi kucağında iki yaşlarındaki bir bebekle kapıya geldi. tedirgin bir hali vardı. inanın o an üçümüz birlikte ağlamaya başladık. hırsız abi hıçkırıklarla ağlıyordu. erkekler ağlamaz sözlerine inat. hayatımda hiç o kadar içten bir şekilde ağlamamıştım. şu an bile gözlerim sulandı... kendime gelince poşetleri bıraktım ve var gücümle yurduma doğru koşmaya başladım.

    bu da böyle bir anımdır.
  3. benim içim doğuştan burkuk olduğu için hiç böyle manevi bir acı çekmedim ama bu anı tanıyorum. insanların gözlerinde görebiliyorsunuz bunu. ben 3 kere karşılaştım bu bakışla: biri annemin gözleri, biri arkadaşımın, bir diğeri ise abimin gözlerindeydi. belki sonuncusunu anlatmaya gücüm yeter:

    biz abimle oldum olası hiç anlaşamayız. ben donuk kalırım onun yanında, o fazla "samimi" gelir bana hep. gelir bir şeyler anlatır heyecanla ama benim hep anlattığından daha önemli olduğunu düşündüğüm binlerce gereksiz işim vardır. odayı terk ederken hep bir burukluk yaşar ama göstermez bunu bana. geri gelmekten de asla bıkmaz.

    bundan yaklaşık 1 yıl önce nadir ortak zevklerimizden biri olan alkole ulaşmak için bir bara gittik. 6-7 yıldır sevgilisi olan kıza evlenme teklif etmeyi düşündüğünü söyledi gözlerini parlatarak. e kendisi artık askerliğini yapmış, kız da okulundan mezun olmak üzereydi. 3 saat kadar nasıl yaparsa güzel olur diye tartıştık, bir fikirde karar kıldık. bir hafta boyunca sürekli "şöyle yapsan güzel olur", "böyle yapsam nasıl olur" gibi sohbetler ettik. yüzük falan hazırlandı.

    bir gece yarısı yine gereksiz işlerimden biriyle aşırı meşgulken bir ses duydum "bana nedenini söyle, ben sana ne yaptım, bunu söyle sadece" tam olarak bu kelimeler.

    birkaç dakika bekledim ve kapıyı çalıp içeri girdim. iki karanlık göz, daha önce olmadığı kadar karanlık, 8 yaşında kolunu kırdığında, 13'ünde 3 kişiden dayak yediğinde, 17'sinde okuldan atıldığında, 20'sinde elinde bir bıçakla sinir krizi geçirdiğinde... hiç olmadığı kadar karanlık iki göz gördüm.

    o günden sonra çok değişti abim. göğüsünde bir dövme var, eminim hala her gördüğünde canı yanıyodur.

    ben de biraz değiştim. zaten o güne kadar hiç aşık olmamıştım. o günden sonra kimseye bağlanamadım. öyle ki kim azcık yaklaşsa yanıma kedi görmüş fare gibi kaçıyorum istemeden.
    bozuk
  4. sevmek ya da şakalaşmak için kalkan bir elin ürküttüğü insanı ya da hayvanı görmek...
    bat dünya bat...
  5. üniversite sınavına hazırlandığım dönemde bir sabah erkenden kalkmış dershaneme doğru yürüyordum. yağmur mu yağmıştı neydi, hava hafif serin, yerler ıslaktı. bir köşe kalmıştı dershaneye varmama, orayı da dönünce biraz yürüdükten sonra sınıfıma girip dersimi dinleyecektim. köşeyi döndüm, az ileride bir motor tamircisinin önünde iki tane çocuk havaya doğru taş attıklarını gördüm. meğersem elektrik teline konmuş vaziyette uyuyan kumruyu hedef seçmişler ve vurmaya çalışıyorlar. çocuklara dur demeye kalmadan birisinin attığı taş isabet aldı ve hedef yere düştü. kumruyu başından vurmuştu, gözünden kan boşaldı yere. 2 dakika onun çırpınışını izledim, ne yapacağımı bilmiyordum. çocuklara da bağıramadım, siktir olup gidin diyemedim. içimde de kalmadı açıkçası. çok kırılmıştım. susmuş kalmıştım. üzerinden seneler geçti fakat unutamadım o sabahı.
  6. bütün ilkokul ve ortaokul hayatım boyunca öğretmen çocuğu olmanın getirdiği sorumluluktan ölesiye kaçtım. aslında pek bir sorumluluğu yoktur, fakat 10,12 yaşında gözümüzde tanrılaştırdığımız öğretmenlerimizin dediği ''sen öğretmen çocuğusun sen bari yapma!'' sözüne çok içerlenirsiniz, ayrıca bir kere de olmaz bu her defasında denir, çünkü sizin yaramazlık yapma hakkınız yoktur öğretmen çocuğusunuzdur. evet birde babanız veya anneniz sizinle aynı okulda bulunuyorsa dayak yiyemiyorsunuz, ''seni döverdim ama baban bu okulda öğretmen dua et!'' sözleriyle karşılaşıyorsunuz. haliyle bir dışlanma hissi oluşuyor şöyle adamakıllı dayak yemeyi bir kere de olsa kim istemez. bilmiyorum neden hayatım boyunca o güçten kaçmaya çalıştım hep, babamın beni gönderdiği kitapçıya bile asla babamın ismini vermezdim, istemiyordum ulan öğretmen indirimini de. gittiğim hiçbir yerde babamın asıl mesleğini söylemedim, çünkü o öğretmen veya doktor veya overlokçu olunca bir şey değişmiyordu. ben de öğretmen çocuğu bir fırlamaydım ama öğretmenler ve arkadaşların tarafından hep senden beklenilen ağırbaşlı olmandı. velhasılıkelam arkadaşlarımın özgürce, sorumluluk hissetmeden hareket etmelerini izlemek de çok zevkli gelirdi o zamanlar..
  7. kaybedilen babanın telefon numarası, gsm operatörüne bildirilerek iptal ettirilmiştir. ancak o numara rehberden bir türlü silinemez. aylar sonra aranır amaçsızca. ''bu telefon kullanılmamaktadır'' anonsu beklenirken aksine çalar telefon. ve bir başkası cevap verir sonunda; ''kimi aramıştınız?''
  8. babami hic tanimadim ben kucukken ayrilmislar annemle ve hic gorusmedim
    bir gun ilkokulda siniftan bir arkadasimla kavga ettim ama sac bas bir kavga
    ertesi gun bu kavga ettigim kiz babasini okula getirtip benim kizimi neden dovdun vesaire diye bana bagirmisti.
    kiz benim babamla gorusmedigimi biliyordu daha sonralari beni uzmek icin babasina aldirirdi kendini ve bilerek hep sarilirdi gozumun onunde.
  9. sadece başka bir yerde gördüğüm bir yazıyı paylaşmak istedim beni derinden etkiledi..

    kurtuluş'ta bir evdeyim. istanbulun alışıldık, eski, dökük, eşyaları birbirinden uyumsuz az rutubet kokulu bir bekar evinde misafirim.
    normalde bu evde misafir olmam ben çünkü kendi evime en yakın arkadaş evi bu mekandır. bende anahtarı vardır. evde kahve kalmaz gelir alır giderim. bilmukabil, benim evden de gecenin üçlerinde ne çukulatalar kaçar bu eve.

    ben lazım oldu diye mavi fularımı geri almaya girdim eve.
    yerini de telefonla sorup öğrendim.
    kapıyı açmamla içerdeki adam irkildi. ben irkilmeyi geçin bir kalemde çığlığı bastım. evsahibinin babası yok ve bu adam sevgili olmak için fazlasıyla olgun.
    o halde iyiniyetli bir seçenek kalmadı geriye sandım.

    şık bir takım elbise adamın üzerinde. alışılmış baba figüründen bağımsız, dümdüz bir karın.
    elli küsür yıllık saçlarını jölelemiş, bütün salon traş kolonyası kokuyor.

    neyse atlattım ben paniği. ziyadesi ile kibar bir beyfendi. aile dostları imiş.
    telefonla teyit aldırdı bana güvenebilmem için.arkadaşımı aradım. -gelmiş mi?- dedi.-iyi bir insan, ileride sık sık karşılaşırsın umarım- dedi. gülüyor da şırfıntı içten içe. anlamadım ama adam güvenilir duruyor.

    beyefendi (bizim kız adamın adını da söylemedi bana kim olduğunu da) - çok korktunuz siz, bir kahve ikram edeyim acaleniz yoksa-

    ne acelem olacak beyfendi, acelem olsa mavi fularları kafaya takıp terliklerle yollara düşer miyim? kahve ise en zayıf olduğum nokta.

    ben diyorum ki adama; siz tam olarak nesi oluyorsunuz?
    o bir anda tüm mantığını mutfakta bırakmış gibi yerdeki kenarları püsküllü turuncu mindere bakıyor.

    başlıyor, başlıyoruz:

    yıllardan 1975.
    ben o zamanlar harp okulundayım. feriköy'de bir güzel restoran var dolapdere'ye inen yokuşun başında.
    aslında yasaktır bize alkollü ortamlar ama, hergün denize bakıp da bir rakıya dilini değirememek zor iş.
    kaçıp ayarladık birşeyler arkadaşlarla..

    kırmızı kadife sandalyeleri var lokantanın. lokanta diyorum ama şimdiki tabiri ile restaurant.

    mezeleri taze, etleri taa erzurumdan geliyor.
    iyi biliyorum çünkü yıllarca her hafta gittim sonraları.
    neyse, dün gibi aklımda tam su servisi yapıyordum rızanın bardağına, bir sarılık gördüm lokantanın sütunları arkasında. kafamı iyice eğdim ki bu nedir göreyim.
    dedim ki- bana deseler, hayalindeki kızı resmet, böyle güzel çizemezdim.-
    öyle bir duruluk, hiç boyasız dudakları, hem şuh hem hanımefendi kahkahaları, zaten ses de çizilemez ve anlatılamaz değil mi ya?
    bir saçları vardı, dedim ya ilk gördüğümde ışıklı birşeyler sandım.

    üç kadehi yarım saatte hiçbirşey duymadan konuşmadan tatmadan içtim.
    masadaki vazodan tek gülü aldım, yanına vardım.
    saçmaladım sanki, ne dedim hatırlamıyorum. sadece -zahmet etmişsiniz, müesseseden birşey demesinler- dediğini hatırlıyorum. bunu söylerkenki gülüşünü çizebilmek için resim kurslarına gittim sonraları. ama olmadı.

    o bana güldü ya, ben hergün feriköy yollarını arşınladım. tam 42 gün sonra, başında kara bir yemeni, gözleri ağlamaktan şişmişken gördüm onu.
    bir ev kadarlık mahalle camisinde gördüm.

    kalakaldım cami kapısında, en sona o kaldı. kollarında iki kadın, ayakta duramıyor.
    ama tanıdı sanki beni. kapıdan çıkarken yüzüme baktı -çok gülen gerçekten çok ağlıyormuş- dedi.

    doğumgününde ilk kez gördüğüm kadınımı, bir de ailesinin cenazesinde gördüm.
    sonra soruşturdum cenaze sahibini, öğrendim.
    teyzesinin yanında kalmaya başlamış.
    iki ay daha bekledim, sonra bir salı günü izin aldım, teyzesinin evinin orada beklemeye başladım. salıları pazar kurulurdu. bir umudum pazara gider diye..

    hakikaten çıktı evden. ben gizli gizli takip ettim. hiç unutmam portakal seçiyordu. pardesüsünün cebine
    10 sayfalık mektubumu bıraktım.

    gene de haftada iki gün gittim feriköy'e görürüm umuduyla.
    hiç beklemediğim bir gün geldi yanıtı.

    sonra 3 ay hayatımın en güzel dönemini yaşadım.
    hep film karesi gibiydi buluştuğumuz zamanlar.
    her çay bahçesine geri dönerdim onu eve bıraktıktan sonra.
    tüm konuştuklarımızı hatırlatırdım kendime.

    biraz durgundu.
    baba ocağı gibi olmuyor diyordu. her ne kadar teyze, anne yarısı olsa da..

    istetecektim ki tayinim çıktı.
    taa batman'a.
    onu götüremezdim. tam bir istanbul hanımefendisiydi.
    ben zaten aldırırım tayinimi diyordum.

    ağlaşa ağlaşa vedalaştık.
    tam da kartpostallardaki gibi vedalaştık garda.
    saçından tutam aldım, o zamanlar adet öyleydi.
    kendi göğsünde üç gün gezdirdiği bir mendil verdi.

    dayanamadım batmanda. zaten denizi olmayan memleket denize alışanı daraltır.
    kahverengiden başka birşey kalmamış aklımda. hiçbirşey umurumda değildi. istifamı verdim. babadan kalan parayla dükkan açarım dedim.
    sevdiğim yanımda olur. kabul ettirene kadar istifamı, bir yığın işler geldi başıma. ankarada askeri mahkemeye çıktım. ama sonunda kurtardım yakamı.

    ankaradan mevlana şekeri aldım. batmandan gümüş bilezikler, ipek şallar aldım. istanbula kadar hiç uyumadan geldim.

    teyzesinin kapısını çaldım. durumu izah ettim. hayırlı bir iş için de ziyaret edeceğim inşallah dedim.
    kadın boynunu büktü.
    -size yazdı ama haber alamayınca biz ısrar ettik, nazdır sandık, yalan söylüyor sandık, nişanladık. dedi.

    hayatımda ilk kez bir kadına kin duydum. kapısında ağladım yine de yalvardım. o adamla oturacağı evi temizliyormuş.
    adresini istedim.
    vermedi. ben çağırtayım dedi.

    elimde hediye paketlerim, yoluk yoluk olmuş çicekler merdiven basamağında üç saat bekledim.

    geldi, gözleri kan çanağı gibiydi.
    -neden yazmadın? - dedi. imdat demiş son mektubunda, canımdan can kopuyor demiş.

    -gelmedi ki mektup, dedim. ordudan ilişiğimi kestiğime dair yazı vardı elimde onu bıraktım avucuna.
    -daha nikah yok ki- dedim.
    -alayım gideyim seni-

    kurana el bastırmışlar, kayınvalidesi salmamış geri gelmez diye, oğlum öldürür kendini demiş.
    ağlamış, yalvarmış gitme diye.
    sonra da kurana el bastırmış.

    evlendi..
    ben öldüm. ne işlerde çalıştım o zamanlar, hiç anlamadım, süründüm oradan oraya. illaki istanbula döndüm her seferinde
    anlamsız insanlarla dost oldum belki bir haberini alırım diye..

    adam sustu. ben mutfaktan peçete getirdim. kendimi yokladım mutfakta. ilaç almadım, uyuşturucu ile alakam yok. sarhoş değilim. kim bu adam? neden dinliyorum, neden ağlıyorum onunla beraber? başıma neler geliyor benim?

    peçetesini uzattım.

    sustuk. on beş saat süren beş dakikalık bir sessizlik oldu..

    ben dayanamadım;

    -sonra bir daha gördün mü abi o kızı?-

    dedim. bir saattir o anlatmıştı ben dinlemiştim. hem konuşmamaktan hem de boğazıma oturan birşeylerden sesim acınacak halde çıktı. hem de abi dedim babam yaşındaki adama.

    o kadar cocukça, o kadar saf ve derindi ki acısı, oğlum desem yeriydi.

    -gördüm dedi. beykoz'da oturuyormuş. haberini aldım sonra. beykoz, paşabahçe, göksü arşınladım aylarca.
    gittim camcı dükkanı açtım oralarda. onu da batırdım sokaklarda sürtmekten.
    sonra buldum onu. evini gördüm uzaktan. saklambaç oynadım kendi kendime oralarda.
    bebeği vardı ilk gördüğümde. benim gibiydi sanki çocuk.
    aynı güzelim sarıdan saçlar. hep uzaktan seyrettim.
    koluna girerdi kocasının, ciğerimden boğazıma kadar ateş basardı. daha otuzlarımdaydım ama bembeyazdı saçlarım o elini bir adam kolunda görmekten.
    gülerken görünce hem sevinirdim mutlu olduğuna hem de nefret ederdim herşeyinden, benim mutsuzluğumla karşılaştırınca.

    zaten imanı bıraktım bir kenara, kurana el bastığı içindi tüm bu acılarım. her akşam içerdim. hiçbir içki onu gördüğümdeki kadar yakamazdı midemi, genzimi.

    tek tesellim, kocası iyi bir adammış. hani şakadan, eğlenceden anlamazmış ama bir dediğini de iki etmezmiş. tüccarmış, hali vakti yerindeymiş.
    köşe minderi gibi adam derlerdi. ne hayır demeyi bilir, ne sesini yükseltir.

    bir gün sahile gidiyorlardı yine, cocuk o zamanlar yürüyordu. üç yaşında falan. önlerinden koşuyor. o da kocasıyla o kabusum olan eli kolunda haliyle arkadan geliyor.
    düştü yavrum. ama nasıl düşmek. etimden et koptu sanki.

    tutamadım kendimi fırladım. o da fırladı, kocası rahmetli, ağır adamdı herhalde, arkada kaldı.
    çocuğu kaldırırken yerden, eli elime değdi.
    -sağolun beyfendi- dedi, sonra kafasını kaldırdı.

    sen hiç yüzü değişmeden ağlayan insan gördün mü? ben gördüm.
    öylece olanca güzelliği ile resim gibi duruyordu yüzü, ne kaşı oynadı ne gözü, sicim sicim ağladı.

    ben sadece;- benim kızım olabilirdi, olsaydı-
    diyebildim..

    taşıdım evi barkı sonra.. dayanamadım.
    kocası vefat etmiş. çook sonraları duydum.
    keşke kalsaymışım, kaçmasaymışım.

    ağlıyorum ben de. mavi fular diye çıktım evden.şimdi hüngür hüngür ağlıyorum.
    tanımıyorum adamı. nedir derdi? kafası mı güzel bilmiyorum.
    aşıkla aşık olmuşum, sarsıla sarsıla ağlıyorum.
    peçetenin de sonuncusunu ona vermişim.

    hıçkırığım bitmiyor ki nefes alıp soramıyorum; -peki siz kimsiniz? diyemiyorum.

    20 yaşındayım o zaman, zehir gibi kafam ama ağzımdan sadece mahallenin sokakta çekirdek çitleyen, cama minder koyup karşı komşuyla dedikodu yapan teyzeleri gibi yayvan bir -eeeee?- kopuyor dilimden.

    -e' si, - diyor adam,

    buldum izini. yemeğe götüreceğim akşama. yüzük de aldım, bak bakalım beğenecek mi?

    ben yüzüğe bakıyorum, çok güzel, dünyanın en güzel yüzüğü. kutusunda - naim kuyumculuk/batman- yazıyor.

    o eve bakıyor, gülümsüyor.
    bir minder daha koyuyor sırtına;

    -hala kızımmış gibi-, diyor. -kızımın evi gibi rahatım.

    arkadaşımın annesi, asiye sultan evleniyor.
    arkhe
  10. 8. sınıftaydım. kardeşimin vefat ettiği, annemin de 6-7 ay kadar hastanede kaldığı bir sene. bir yandan sınava hazırlanıyor, bir yandan benden 2 yaş küçük erkek kardeşimle ilgileniyor, bir yandan evi çekip çevirmeye çalışıyorum. haftada bir telefondan annemin ameliyatlardan, narkozdan yorgun sesini duyardım. "benim için ders çalış kızım, kendini kurtar" derdi hep, ağlaya ağlaya ders çalışırdım sabahlara kadar. annem benim okuduğum ortaokulda öğretmendi aynı zamanda. teneffüslerde çilekli süt getirir, saçlarımı örerdi. yokluğunu çok hissettim. karne günü geldi çattı. hemen hemen herkesten yüksek notlar alırdım. sahneye çağırıyorlar 3. den başlayıp. gerginim, " lütfen adım okunmasın, annemsiz olmaz." diyorum içimden, nasıl yalvarıyorum. 2. okundu. ellerim terliyor. dayanamadım, çıktım gittim sıradan. okulun arkasında en yakın arkadaşımın ellerine koyup yüzümü saatlerce ağladım. öğrendim ki adım okunmuş, bir de annem ağladı.