1. etiketleriniz
    !---- spoiler ----!

    Üzerinize kıfayetler yerine, en doğal haliniz ve teniniz yerine giydiğiniz etiketleriniz var. Etiketlerinizden oluşan görüntünüz, etiketlerin tanımladığı benliğiniz-bencilliğiniz ve etiketlere hapsolmuş düşünceleriniz var. Sonra da içtenlik ararken kendinize ne kadar yabancılaştığınızı fark edip mutsuz oluşlarınız..

    Önce tümleştirdiğiniz inançlarınızın, dinleriniz, sınırlarınız, topraklarınız, aileniz ve sevdikleriniz var. Önce tümden geldiğiniz ve birbirinize sattığınız şaka gibi sıfatlarınız, rakamlarınız, markalarınız, lezzetleriniz, takıntılarınız, tanımlarınız ve muğlaklarınız var!

    Kendinizi başkalarında aramaktan içlerinde size ait hiçbir şeyi kalmamış rengarenk kelime duvarlarınız var. Yüreğinizdeki, yalnızlığınızdaki karanlığı örtmek adına binlerce kez boyanmış suratlarınız, ruhlarınız ve adamlığınız var. Kaskatı kesilmiş insanlığınızdan yaşadığınız dönemleriniz en moda şekillerine kendinizi taştan yonttuğunuz sanat eserleri gibisiniz; tek kötü yanı hep bir örneksiniz. Sanat olamayacak kadar genelsiniz. Özel olmaya çalıştıkça kopya çektiğiniz fikirleriniz, kolpa masallar peşinde çıktığınız savaşlarınız ve saçma hayallerle kurduğunuz ikiyüzlü yaşamlarınız var.

    Hepsi etiketten ibaret. Ya erkeksiniz ya kadın. Ya çocuksunuz ya çocuksu. Ya yaşlanmıyorsunuz ya hep yaşlı. Ya kendinizi arıyorsunuz ya kaybetmişsiniz. Ya tercih sunansınız ya tercihlere boğulan. Ya kölesiniz ya da köleliğin kölesi. Ya zenginsiniz ya da zenginlik fakiri. Ya duygusalsınız ya duygunun esiri. Ya çok zekisiniz ya da akli sanrıların cahili. Ya aydınsınız ya da aydınlık saçacak kadar bir diğer sokak lambası. Ya yalansınız ya da gerçek diye herkese satıcı.

    Hepiniz etiketlerden ibaretsiniz, kendinizi ne zaman çırılçıplak hissetseniz korkudan ağladığınız için asla doğruyu söylemeyecek kadar güzel yüzlü ve güzel-yakışıklı yalancılarsınız.

    Hepimizin etiketlerini etkileyenler de sizlersiniz, etiketlerinizi masalara döküp ortak olanları yüceltip tüm farklıları dışlayan veyahut tüm farklılıklarını kendinde biriktirip dışlanmanın keyfiyle psikolojisini bozmaya meyilli ergenlersiniz.

    Her birimiz etiketiz; yığınla. Her birimize biçilmiş kaftanlar giyiyoruz, hazırca. Öğrenmek yerine ezberlemek, yaşamak yerine taklit etmek, inanca doğayla ulaşmak yerine tekrarlıyorsunuz hazırcı etiketlerinizi papağanca!

    Etiketsiz insanları, hatta ve hatta kendinizi bile, tanıyamıyorsunuz. Kapana kısılmış akıllarınız bildiğiniz kelime sayısında. Birkaç sıfatla ölüyorsunuz mutluluktan ve ölüme koşuyorsunuz bildiğiniz birkaç karanlık tanımla. İnsanları klişelerinizle çevrenizde topluyor ve klişelerle kolayca buluyorsunuz yolunuzu koskocaman cehalet çölünün ortasına kendinize kurduğunuz kumdan labirentler arasında..

    Kendinizi, varlığınızı, anlamınızı, inancınızı ve tüm sosyal dünyanızı çiviliyorsunuz olduğu yere etiketlerin büyüklü küçüklü mıhlarıyla!

    !---- spoiler ----!
  2. -hobi olarak yine yaparsın-

    yazıldığı gibi okunmaz. hobi olarak bile yapılmaz. lafta kalır. silik bir hatıra olur o “hobi olarak yine yap” dedikleri..

    yıllar sonra korktuğu için pişman olur insan.. keşke pişman olmaktan korksaydı.. ah insan.. ah keşke şimdiki aklı o zaman olsaydı şahsın..

    kendi şahsiyeti başkalarının gölgelerinde sürünür hep. başkalarının ayak izlerine basarak yürür de durur.. kendi yalnızlığıyla bile baş başa kalamaz.. susturamaz insanların sesini.. kısamaz bile. çırpınır durur bu kısır döngünün göbeğinde insan..

    kendi gerçekliğini, benliğini hep yanlış yerlerde arar.. hedefi doğru dahi olsa, yürüdüğü yol yanlış yöne çıkar.. başkalarının kirli ağızlarındaki kahkahaların peşinden çürütür ömrü hayatını..
    bir fahişenin ağzında bir sönük sigaradır insan hayatı.. değersiz, dertli ve sıkışık.. evet sıkışık. bu kelime çok önemli..

    hobi olarak yine yaptığımız bir şey gösterin bana.. kenara ittiğiniz.. halının altına süpürdüğünüz..
    evet.. hobi olarak yine becerin hayatlarınızı. başkalarının düşlerinde yine yaşayın yaşamayın demiyoruz..

    ancak kendi hayatınızı çekip çıkartın başkalarının ellerinden! kazanın onu!
  3. -yalnızlık-

    büyük nimettir yalnızlık. kimse istemez, üvey evlat muamelesi görür de durur yalnızlık.. değeri bilinmez… oysa öylesine hoş ve naif bir hocadır ki yalnızlık.. değeri sonraları bile anlaşılmaz.. şüphesiz ki yalnızlığın kötü tarafları da vardır.. bir ben de mi yoktur bu taraflar.. bilemem. zira kimseyi yalnızlığını konuşacak kadar tanımadım son yıllarda. insanlar uzaktan daha iyi geliyor.. daha değerli. ‘’hayat uzak çekimde komedi yakın planda trajedidir’’ chaplin.. ne doğru der.. fazlasıyla chaplin.

    yalnızlık paylaşılmaz dedikleri gibi.. yalnızlık çok güçlü bir arkadaştır insana. sigara gibi. fakat bakın siz şu kalbin işine.. sizi bir türlü rahat bırakmaz ki.. yalnızlığınız sizi çelişkiler içinde bırakmaz.. net, soğuk ve tek’tir yalnızlık.. oysa sevgi çok güçlü bir çelişkidir.. sizi üzmediği bir zamanı yoktur sevginin.. ikili ilişkilerde bu hep tersine işler.. ‘’yalnızlık kötüdür! sevgi paylaştıkça çoğalır!’’ denir.. yalnızlıktan intihar edenlerin sayısı sevgilisi, karısı, eşi aldattığı için, üzdüğü, kırdığı, terk ettiği için ölenlerin sayısından kat be kat daha azdır.. öyle çoktur ki tabut yetişmez.

    yalnızlık daimidir insanda. reddetse de insan bunu, bu ezelden beri böyledir ve böyle olacaktır.. kalabalıklarda yalnızdır insan.. kitleler arasında içindedir yalnızlığının. onu sevmelidir. sevmesini öğrenmelidir öncelikle. onun iyi taraflarını bellemelidir kişi.. yalnızlığından beslenmelidir adeta. onunla bütünleşmeli, karanlık taraf olarak bilinen tarafın aslında daha aydın taraf olduğunu fark etmelidir. işte o zaman. o zaman insan yalnızlığın ne demek olduğunu bilir..

    bilmelidir insan bunu. evet kesinlikle bilmelidir. zira tüm hayatı boyunca onu terk etmeyecek olan tek şeyi tanımalıdır. huyunu suyunu kestirmelidir. sevmeli, nefret etmelidir. onunla yaşamalıdır en derin duygularını.. rakı sofrasında onunla başlamalıdır sözleri.. sönük sigaraları onunla canlanmalı, onunla tekrar sönmelidir..

    yalnızlığından beslenmeli. onu beslemeli..
  4. -o anlar-

    o anlar’ı çıkartırsak hayatımızdan, geriye ne kalır?

    koca bir hiç. koskoca bir sıfır. ‘o anlar’dır bizi biz yapan.. bazen sevgilinin terk ettiği andır ‘o an’ büyür insan o an.. yağmurlardan sonra büyür..gözlerinizin içine baka baka bağırır sevgili. gidişini seyrederken büyür insan. bir saniyede değişir insan.. derler de.. yaşayana kadar inanmaz insan.. toz pembe hayat güzeldir oysa..

    bazen bir doğum anıdır ‘o an’ hayatınıza neşe katacak 2 kilo ağırlığında tatlı bir bebeğin doğum anıdır. sevinçten yapılan saçmalalıkları görmezden gelinen anlardır işte ‘o anlar’..

    hayatta yapmam dediğiniz şeyleri yaptığınız andır bazen. o şeydir sizi olgunlaştıran, demir gibi güçlü kılan. ‘o an’ dan sonra artık siz, eski siz olmazsınız.. çok değişir, çok güçlenirsiniz..

    ilk kalp kırışınızda ardınızda bıraktığınız parçalardır ‘o an’ . gidişidir sevilenin.. gelmeyecek şekilde gidişi.. gidiş ki ne gidiş… heyhat!..

    zaman zaman kaçak yerlerde yaşar ‘o an’ birkaç gram suçtur bazen. ‘o anlar’ da yapılır en güzel hatalar.. en kıyak pişmanlıklar..

    hiç affetmez ‘o anlar’ sizi.. ömrünüzce hatırlayacağınız şeyler olarak gelir zihninize oturur.. defaten çakılır. peyderpey gider gibi olur.. gitmez..

    ‘o anlar’ sizi yok edebilir. öyle bir güce sahiptir ki bir sır olmalıdır bazen. bir sır olarak da kalmalıdır.. en kötü zevklerde bitmelidir..

    ‘o anlar’ bizi biz yaptı, sizlere de sıra gelecek muhakkak.. ‘o anlar’ ın tadını çıkartın.. hem, o anlar’ı çıkartırsak hayatımızdan, geriye ne kalır?
  5. -soğuk anılar-

    hayatım boyunca üşüdüğümü anımsıyorum.. sıcak yaz günlerinde bile bazen, içime bir ürperti otururdu.. uzun cümleler kuran herkes, üşür müydü yoksa?.. bana özgü olması bir çeşit lanet olurdu yoksa.. varlığımı anlamlandırırken başvurduğum bu yollar aslında benim için bir çeşit tehlike arz ediyor.

    doğduğum topraklar doğunun en soğuk, zifiri yerlerinden ve ben.. bir yaz günü doğmuşum.. bir yaz günü sabaha karşı gelmiş varlığımın habercisi.. ‘yok’ olarak doğmuşum belki. zamanla ‘var’ olmuşum.. yine de, üşümek kadar hatırımda olan bir şey yoktur.. yaşıtlarım gibi kızgın kumlar, serin sular değildi anımsadığım.. alabildiğine üşümek, alabildiğine soğuk.. içimin derinliklerine üflenen bu soğukluk, karakterimi de şekillendirdi zamanla.. bir ‘ben’ doğdu ‘soğuktan’..

    en hüzünlü mısraların ortasında üşüdüm, en güzel anlarda.. bir kız ile yaşanan güzel bir anın tam ortasında.. ürperdim birden.. bir zaman bunun benim bir lanetim olduğunu düşünerek yaşadım… ciddi ciddi üşüyordum. evet, bunun için doktora gittim. ‘doktor beyler’ bana kansızlıktan bahsetti.

    bir çeşit hastalığım daha olmuştu.. haneye hoş geldin dedikten sonra, ona da alışmaya çalıştım.. ne çok hastalık sahibi bir insandım.. hastalık hastası değildim oysa. sadece şanssızdım galiba.. baştan sona şanssız bir münzevi. baştan sona soğuk ve salt yalnızlığımla bir münzevi..

    sakallarımın donduğu, ayak parmaklarımın hareket edemediği diyarlarda olduğum zamanları anımsıyorum.. yakan soğuk içime işledi.. amansız hastalıklarımın fitili oldu soğuk.. kar bile sıcaktı.. oysa soğuk, çok başkaydı.. beni tüketen bir kavramdı..

    nereye gidersem gideyim peşimden gelecek olan bu lanet, tüm benliğimin artık tamamiyle kabullendiği bir realite.. ne kadar kabul etsem de, bunu yaşaması güç.. fiziksel olduğu kadar ruhsal bakımdan da hissettirdikleri belki, bir yarar çerçevesindedir diye düşündüm bunu bir zaman.. ‘o kadar da’ kötü olmadığını fark etmemle birlikte bundan beslendim.. evet, hatta bundan zevk bile aldığım oldu bazen.. beni ben yapan bir şey haline dönüştü ‘soğuk’

    hayatım boyunca üşüdüğümü anımsıyorum.. sıcak yaz günlerinde bile bazen içimin bir anda soğukla kaplandığını sıcak bir içecek aradığım anları unutamıyorum.. üst üste dört beş tane çorap giyindiğimi.. yorganlara sarılıp, yorganın içinde kahve içtiğim anlar.. gülümseyerek anımsıyorum onları.. ‘’fazlasıyla soğuk anıları’’
  6. -kitaplarım-

    bir çok zaman düşündürüyor beni, bu kadar çok kitabı ne yapacağım konusu.. elbette okuyacağım tabi.. ancak kitaplarımda bir şey var, onları sahiplenmemde.. psikolojik gerekçeleri ve sebepleri mutlaka vardır.. ancak bilişsel temelde onlarda huzur bulmam, çok garibime kaçıyor hep.. bir gün öleceksem eğer, bir kütüphanede ölmeyi yeğlerdim.. her zaman kitaplar bana yardım etmiştir.. en büyük dosttan daha dost olmuşlardır.. gözlerimi açmışlar, gözlerimi kapattırmışlardır.. kitaplarım..

    kazık attıklarını da görmedim hem. insanlardan öğrendiklerimin hemen aynısını kitaplardan öğrendim.. varlığımı anlamlı kılacak bilgiler bütününe sahip olan o varlıklar, varlığıma varlık katmışlardır..

    bir çok zaman okurken uyurum.. gözlerim yorgun düşer ve bırakırım kendimi derin ve naif uykunun kucağına.. öylece uyurken kitabımın kokusu da burnuma gelir.. korkutur bazen bir kitabın orada bir yerde varlığı.. bazen birikir de birikir okuyacaklarım.. altını çizeceklerim, not alacaklarım.. anlatacaklarım ve dinleyeceklerim.. sudanlı bir çocuğun sesini duyarım bazen bir kitapta, bazen bir generalin girdiği zafer sarhoşluğunun fısıltıları gelir kulağıma..

    bir kitaptır beni anlamlı kılan ve bir kitaptır, tüm kitapları okutan.. başlatan, bitiren.. kitapları ölürcesine sevdiğim doğrudur.. ben, gözlerim benden vazgeçinceye kadar okuyacağım kitaplarla birlikteyimdir.. diğerleri, kaçamak.. diğerleri hep ‘diğerleri’ olarak kalacaktır.. bunu ben istemedim, onlar da istemedi. işin garibi kitaplar hiç istemedi.. sadece böyle işte.. baştan sona kitaplar..

    kafe masalarında cümleleri cımbızlayıp alıntı yapmak için okumaksa bir kitabı! okunmamalıdır böyle bir gaye için kitaplar.. kitaplar, okunmak için okunmamalıdır.. yaşamak için onları, özümsemek, hissetmek ve realiteye dökmek.. işte kitapların varlığı bundan ileri gelir.. benim kitaplarımsa, onları çok severim. aynı kitabı defalarca okuduğum da doğrudur.. bir kitap, sönmez öyle, yüzlerce yıl var olur.. kefenin cebi yoktur ama bir kitap alacak kadar yer vardır herhalde bir mezarda.. kitaplarımla gömsünler beni..

    bir giz gibi yaşadım, yıllarca kitaplarla.. kitaplar ve sigaralar.. bu da bir kitaptı galiba.. kitaplar.. bir çok zaman düşündürüyor beni, daha ne kadar okuyacağım düşüncesi.. nereye kadar? sanıyorum baylar, gittiği yere kadar.. gitmediği yerde de bir dostoyevski neşriyatı yardımcı olur bana, yazamadığım ne varsa, yazmadığım, cehaletimdendir, aptallığımdandır.. kitaplarım benim, onlar beni ben yapanlardır..

    beni, kitaplarımla gömsünler..
  7. -saçmaya ve ötesine 5-

    kelimeler akıyor parmaklarımdan aşağı. kanlı ve kirli kelimeler.. ne tutabiliyor, bırakabiliyorken olmuş olan.. kafamın içerisinde bir cümbüş, her gece…

    her gece.
    her gece.
    her gece.

    bazen gözüm morarmış bir şekilde eve dönüyorum. asgari miktarda suç işledikten sonra yığılıveriyorum yatağıma.. yatak dediğim, telleri kıçıma batan, pislikten sararmış, iğrenç kokulu bir çeşit çile aracı aslında. sarhoş olmadan kafamı o yastığa koymam ben! evet, ev büsbütün bir karmaşa. her zaman duştan sonra kirli bir bornoza sarılıyor, kirli evimin kirli odasının kirli yatağında büsbütün kirli bir halde temiz kalma çabasıyla kıvranıyorum. her şey ne kadar da kirli böyle. seks bile sıkıcı gelmeye başlayınca, kendimi sokaklara attım. mağaza vitrinlerinde, sınav çıkışı yemek yiyen liseli kızlarda ve şarapçılarda bir nebze huzur vardı.. artık o da yok, onu da kaçırdılar. o sinir bozucu şarkıları dinleyip, gazete okuyorlar.

    böcekleri kovamadım. galiba evi komple patlatacağım bir gün. umarım içinde ben de olurum. üst kattan yakarışla karışık bağırış sesleri geliyor.. “birileri ürüyor” gen havuzu yeterince kirli değilmiş gibi.. “kancık piçler, tavşan gibi sikişmeyi bırakın artık!” ses 10 saniye filan kesiliyor. sonra tekrar devam ediyor.. bu hemen her gece oluyor.

    her gece.
    her gece.

    ışıklar üzerinde, dikkatler onda.. diyor ki: “aldın mı mesajı?”. ne bir mesaj, ne bir arkadaş. hem ayrıca sen, nereden geliyorsun? kimsin?.. aldım mesajı.. bir hafta sonu tatilindeymişim gibi davranıyorum.. felaketlere doğru koşuyorum.. olmayan elmaları topluyor, ejderhalarla savaşıyorum. çok ciddi bir işin ortasındayım burada.. yarım kalacak yine. yarın..
  8. -tik tak-

    ‘’tik tak’’

    eski bir saat, odaların birinde koridorlardan yankılanıyor vuruşlar.. masada bir sürahi, saat ve bir kafka eseri.. böyle hissetmekten nefret ediyorum.. çaresiz, umutsuz ve hastalıklı.. ayrıca ben, böyle bir adamım. tüketim çağında bir prototip. ‘olur öyle’ deyip de geçemiyorum, üstünden atlayamadığım gibi. günlerim parasız ve kadınsız olarak mağaza vitrinlerinde geçiyor. söylememe gerek yok, fersahlarcahlarca uzaktan fark edilen biriyim. saçlarım kirli ve dağınık. kaba bir burnum, bilye kadar gözlerim var.

    çirkinliğim fakında olmakla beraber, kitlelere karşı direnmek de istemiyorum. hem, acılarımla beraber büyümek güzel, eğlenceli de.. bütün ‘olamazsın’lara ‘yapamazsın’ lara ‘’rağmen’’ işte, buradayım ve onlara kendimi gösteriyorum.. bu cümbüşe davet edilmemiş herkesin diyetidir bu.. alaşağı edilmiş ne kadar ego varsa şimdi onlardır beni var eden.

    ‘’cehennemde çürü’’

    kafamdaki böcekler, yarasa ve baykuşlar bu cümleyi kafamın duvarlarına kazıyor.. dışarı çıkmaya çalışır gibi bir havaları var.. tutmakta zorlanıyor, direndikçe terliyorum. aklımın odalarına tıktığım bu koca evren, artık kabına sığmıyor, sonsuzdan küçük mutluluklarımı da elimden almak istiyor.

    ‘’zamanın azalıyor..’’

    ‘’tik tak..’’

    yeter ve sus! öyle sus ki çığlıklara benzesin sessizliğin.. karanlık odalarda sessizce, sus.. öteden beri en büyük suçu zamana attım, kolayı buydu.. hiç, bir aynaya bu denli farklı bakmamıştım.. kendi kendimin fobisiyim.

    ‘’tik tak’’

    kafamı parçalamam gerekiyor derin ve vakur bir susuş için.. parçalayıp, içinden böcekli fikirleri ayıklamam gerekiyor.. hayır, bu kadar zor bile değil belki.. böcek ilacım bitti. belki de böcekler değildir, asıl sorun.. ‘’ortamın kendisi’’ dir.. belki aklım, bir böcek mahzenidir. sorunlu olarak gördüğüm şey, normalin ta kendisi, ‘’normalin kendisi’’ sorunun kendisidir, kim bilir..

    ‘’son bir adım’’

    çoktan tükenmiş zamana bir parça anı. yorulmuş ve silik bir anı, birkaç gram suç..

    tik.. tak..
  9. !---- spoiler ----!

    yağmur iyiden iyiye hızlandı. acaba içeri su giriyor mu pencerenden? o mavi brandayı bunun için mi astın balkonuna geçen gün yoksa; tabii eğer sen astıysan? balkonun paslı demirleri çatı katındaki bir balkon için ne kadar da alçak. yaklaşmaya korkar insan, yaklaştın mı acaba hiç? kirden grileşmiş perdenin ortadaki halkalarından ikisi çıkmış, tepesinde minik bir ağız olmuş dışarıya doğru ha bir şey dedi ha diyecek gibi duruyor. dört yıldır bekliyorum o ağzın dile geleceği, isyan edeceği, haykıracağı hiçbirini yapamazsa vazgeçip kapanacağı günü. ama o öyle, aynı, ifadesizce duruyor.

    masamdaki yeşil, uzun ve uca doğru iyice incelip sivrilen kılıç gibi yapraklarının bazısı heybetle semaya doğru bakan bazısı neredeyse secde eden ve adını bir türlü öğrenemediğim, sırf sadece yeşil yaprakları var diye aldığım bitki meğerse çiçek açıyormuş, bugün öğrenmiş oldum tam ortadaki beyaz eli görünce. hayatımın ilk, evimin tek çiçeğine su verip onunla konuşmaya başladığım ilk günlerden birinde senin balkonunda hiç çiçek olmadığını gördüm. şu pastırma sıcaklarında balkonunun kapısı gece gündüz hep açıktı ya hani; bir de çiçekler için bakayım odanın içine dedim. ama yine örtüsünün sarı mı sütlü kahve mi olduğunu tam kestiremediğim, desenlerinin çiçek olduğunu tahmin ettiğim oldukça alçak divanından ve eskimiş plastik topların mavisine benzer mavi renkli marley döşemelerinden başka bir şey göremedim. hatırlıyorum da evine dair ilk fark ettiğim şey bu marley döşemelerdi. bu kadarını, tüm bu detayları bu mesafeden nasıl gördün diyebilirsin, haklısın belki de görmedim. ama ben dünyanın uzaydan çekilmiş bir fotogragfına benzetmiştim döşemelerini, okyanuslar ve denizlerde değişen mavinin tonları ve ne zaman nasıl oluştuklarını allah bilir lekelerin kıtaları ve adaları ile.


    yaz akşamlarından biriydi. balkondaki masanın başına geçmiş çayımı içiyordum. denizi gören sokağımızın karşısında şehrin ışıklı bir yanı yok ya hani; ya suların karanlığına dalacaksın oranın aslında o mavi deniz olduğunu bilerek, yetmiyorsa hayal gücün hemen aşağıdaki limanın vinçlerine, demirlerine, gemilerin karaltılarına bakıp gemilerin yüklerini, miçoların yüzlerini ve öykülerini bileceksin içinde. ya da benim gibi yapıp karşındaki evin balkonuna ve açık balkon kapısından olsa olsa küçük bir bölümü görünen odasına bakıp seni göreceksin. ne diyordum; bir yaz akşamıydı yine. seni mi gördüm ne bilemedim; nasıl heyecanlandım, nasıl fırladım yerimden, iyice sarktım dışarı doğru, nasıl gözlerimi kıstım daha net göreyim diye bir bilsen. bir karaltı vardı sanki divanın üstünde. saatlerce baktım bir hareket olacak mı diye. tıpkı anneannemin öldüğü günkü gibiydi. yere halının üstüne yatırmışlardı onu. üstüne büyükçe beyaz bir çarşaf örtmüşlerdi yüzünü de kapatacak şekilde. kimse koltuklarda oturmuyordu. zaten çok da koltuk yokta odada. hepimiz yere, anneannemin etrafına oturmuştuk. ben o’na bakmak istemiyordum. halıya baktım saatlerce, halının yeşil, bordo çiçeklerini, kahverengi baklava dilimi şekillerini ezberlercesine halıya baktım. o’na bakarsam hareket ettiğini göreceğimi biliyordum çünkü. bu sefer hareket etmeni görmek için saatlerce sana baktım. bir küçük kımıldama mı oldu yoksa duman mı içerdeki? tanrım, sigara içiyor diye fırladım yerimden. bir şahit, bir şahit olmalıydı buna. sana mı seslenseydim var olduğuna şahit tutmak için.

    yağmur durulmaya başladı. brandadan süzülen sulara bakıyorum. saat geç oldu artık uyusam iyi olacak. söz veriyorum yarın gelip kapını çalacağım. biliyorum, bana inanmıyorsun ama bu sefer söz...


    !---- spoiler ----!
  10. allah geceyi neden yaratmış baba? uyuyalım diye kızım. iki gün oldu hala kulağımda sesi, geceyi sordu bana, çok soru sorardı, meraklıydı. küçük yaşamında en çok güneşi sevdi, gözünden yaş gelmesine rağmen, gözlerini kısarak bakardı güneşe. sanki güneşin yüzünü görmeye çalışır gibi bir uğraş içindeydi.

    boş gözlerle yüzüme bakarak anlatıyordu mustafa, tek kolunun yokluğu umurunda değildi, çünkü yokluğu daha derin ve dipsiz mustafa'nın. hayatın hırpaladığı insanlardan sadece biriydi o. onu rahatlatacak, derdine ortak olacak hiç bir söz bulamamam daha çok bunalttı beni, sigara içmek geldi aklıma paketi çıkarıp önce mustafaya uzattım yine boş gözlerle baktı, bir dal çekip aldı. şimdi sessizce sanki ibadet yapar gibi sigaralarımızı çekiyoruz, mustafa tekrar anlatmaya başladı, bir karıştı dedi karışını göstererek, ayağı bir karıştı. kansızlığı vardı biraz, bazen ayaklarım çok üşüyor baba diye gelirdi yanıma ellerimin arasına alır ısıtırdım, ellerin neden bu kadar büyük baba? derdi bilmem çok çalışmaktan herhalde kızım dedim.
    saatime baktım hanımın muayenede olduğu aklıma geldi biraz telaşa kapıldım, sigaram da sona yaklaşırken derin bir nefes çekip bitirip mustafa'ya döndüm, gitmem gerek mustafa hanımın muayenesi bitmiştir, sana sabır dilerim tekrar görüşürüz umarım dedim tam giderken tekrar mustafa'ya döndüm, kızının adı ne mustafa? "melike" dedi.
    oldum olası nefret ettiğim hastanenin koridorunda doktor'un kapısına vardığımda karım çıkıyordu, nasıl geçti muayene? "iki buçuk aylık hamileymişim" mustafa gibi boş gözlerle baktım. sevinemedim, karım bu halimi görünce panikleyerek "ne oldu? neden dondun?" diye sorular sordu omuzumdan tutup sarsmaya başladı, sarstı,sarstı..

    - mustafa! mustafa!
    -mustafa ne oluyor sana uykunda hıçkıra hıçkıra ağlıyorsun, melikeyi de uyandırdın.

    melike?