1. !---- spoiler ----!

    kötülük, iyilik üzerinden tanımlanır. fakat iyilik, kötülük üzerinden tanımlanmaz. iyinin zıttı anlamında "kötülük" kötü değildir. asıl kötü, iyiliğin olumsuzu olan iyliksizlik, hareketsizlik, eylemsizliktir.

    !---- spoiler ----!
  2. karikatür gibisin. hareketlerin tamamen kristalize olmuş. ve tek yöntemin doğaçlama yapmak. bu ancak, hiçlik duygusuyla susmanın sosyal olarak tuhaf kaçmayan biçimi olabilir.

    hiçlik duygusu yetmez tabii. yetecek olan, yok olmaktır. susarken, başkalarının aklına hiç gelmemiş ve gelmeyecek olsa dahi, neyin var, diye sorma ihtimallerinin kuruntulu tedirginliğini de ortadan kaldırmak gerekir.

    o zaman konuşmaya başlar ve kristalleşir karakterin. tıpkı bir karikatür gibi, tıpkı bir paylaço gibi. sakar rolü yapmak en etkili yöntemdir. sporcu özellikleri taşımayan bedenin koordinasyonsuzluğu gibi. çocukken büyüklerine, seni öveceklerini bildiğin şeyleri yapmak gibi.

    yok olmak için susmak değil paylaço olmak gerekir. allah aşkına, bir düşünsene, sen hiç paylaçoya, neyin var, diye sordun mu?

    ama nedir, inmek istediğini belirttiğinde şoförün dolmuşu durdurup inmen için kapıyı açtığı ve senin de adet yerini bulsun diye indiğin bir cehennemde, görevini biçimlendirmek yapılabileceklerin uygun olanlarından biri gibi geliyor.

    kişi, bir amaç uğruna yok olabilir mi, diye soracak olursan şayet, inan bilmiyorum. ama şaklabanlığın haz verdiği ise su götürmez bir gerçektir.

    bir başkası, kişi için önemli olanın iyi niyetinden şüphe duymamalıdır. aksi durumun iki kişiyi de yalnızlaştırmaktan başka faydası yoktur.

    o zaman her paylaçoluk söylemi, bir deneydir de aynı zamanda. öyle bir deney ki, sonucunda önemli olana dair dolaylı da olsa bir yansıma ya da anlık bir parıltı beklenilen. aksi durumda geriye kalan ise, sessizliğin içinde dişlerini temizleyen adamın çıkardığı vurdumduymaz ciyaklamaların benim için sinirden kendini sikmekliğidir.
  3. !---- spoiler ----!

    kalbinin sesini dinle...

    cümleye dair, ilk bakışta dikkatimi çeken şeyden bahsedeceğim.bu cümleye dair önemli olan şey, içerisindeki, ses, sözcüğüdür. cümleyi anlamlı kılacak, diğer cümlelerle arasındaki farkı yaratacak olan, ses'tir.

    cümlenin nesnesi kalp. kalpten konu açılınca, bağlam, beyin-kalp ikiliği oluyor haliyle.

    beyin: ses çıkarmaz. cümle kurar, dili kullanır, bilgi yaratır, söyleme dairdir. kısaca düşünce, işte. uzatmaya gerek yok.

    kalp: ses çıkartır. köpeğin havlaması gibi bir şeydir, ses. ne demek istediğini bilmeyiz sesin. ya da bir bebek ağladığında, ne dediğini anlamayız bebeğin. anlamamıza da gerek yok. zira bir şey söylemiyor zaten, sadece ses çıkartıyor.

    kalbin sesi: edebiyat yapmak manasız ve faydasız. kalbin sesi, bildiğimiz, ritimdir. ulu orta bir bilgi bu. kalp, atışından başka ses çıkarmaz. herkes için böyle yani, uzaklarda aramaya gerek yok.

    o zaman şöyle bir sonuca varıyorum ister istemez:

    kalbinin sesini dinle: ritmini bul, sana uygun olanı bul, senin için doğru olanı bul, senin için zorunluluk olanı bul, kalbinle aynı telden çal, kendinle aynı sayfada ol. seni bu yoldan alıkoyacak olan seslere, ve özellikle ve özellikle, cümlelere, söylemlere kulak asma.

    gerçek zamanlı eyyorlamam bu kadar.

    !---- spoiler ----!
  4. ...
    tek tuşu eksik yazı makinem sayesinde artık hiç durmadan devam ettiğim yazılar zamana öykünmeye başlamıştı. asansörsüz bir apartmanın dördüncü katında yaşıyordum o sıralar ya da dört tuşu eksik makinemle giriş katında mı pek ansımıyorum. tek bir şey var ki, omuzları sümbül ağaçlarına değe değe evine gelen kadının ellerini unuttuğuma adım gibi eminim. market poşetleriyle sevgi hanım apartmanının önüne geldiğimde acaba yine sokağın solukluğunu eve mi taşıyacağım diye düşünürken otomatiğin sesini işittim. cebimden eskimiş kağıt parçalarını atamadan açıldı kapı. artık yüzümde kaç çizgi vardı ve bu çizgileri kaç tanrı dolduruyordu bilmiyorum ama, işte o gündü. ve dediğim çizgiler sümbül dallarından geldiler de çiçekleri kopunca bir anda kurudular mı bilemiyorum ama, sümbüller teker teker kadının omuzlarına yerleşip doğumu tekrar canlandırdılar. sanırım o da fark etti artık ellerinin umulmaz bir karanlık içinde savrulduğunu.
    "iyi günler" dediğinde ben, ölü çizgilerimi tekrar canlandırıp meydan okudum zamana ve masallarda bir anda gece oldu. zamanın akışı zamansız bir devinim içinde çiğnenirken o, musa'nın açtığı yoldan geçip gidiverdi.
    ...
  5. ...
    "hiç mi yağmadı?" diye sorarken, hayır aslında geçen yıl bir damla düşmüştü diye geçirdim içimde. bulut olmasa da hatta bir bulutun hiç olmadığı biçimlerden, yazı da güzü de aynı olan su kanallarının çatlağından bir damla düşmüştü. tabi toprağa değil de topraktan gelen bana, yani ben, meryem oğlu ben hiç meryem tanımadım. toprağı da tanımadım. oku da adam ol o zaman yazılmıştı alnıma. meryemin alın yazısı ise daha karaydı.
    "yok" dedi babam. muhtaç olmayan tanrı edasında yalnızlığına bereket katacak bir damla su yaratmak ister gibi öylece baktı. suyun boynuna hangi günahı takayım der gibi kıstı gözlerini, güzel bir kötülük bulamayınca da bir bana baktı bir de elimdeki yarısı yenmemiş elmaya. kırmızı ve yeşil iç içe geçip ikiye bölündüler babamın ruhunda ve yükselip gözlerine azar azar dağıldılar. bir ağıt gelip babamın gözlerinden geçerken artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak gibi hissettim de cesaret vermek için babama, olur olur gibisinden baktım toprağın bana en uzak haliyle. ama o bunu fark etmedi.
    ...
  6. günler birbirini kovaldıkça havalar bir öncekinden daha güzel olmaya başlıyor.güzel derken normal bir insan tarafından nasıl algılandığına ilişkin bir durum değerlendirmesini kastediyorum.bahar geliyor insanlar mutlu demek istiyorum yani.belki de bahar geliyor ben neden bu kadar mutsuzum demek istiyor da olabilirim.ama hayatımın hiçbir baharının gelişini karşında bir heyecan duymamış olan ben, neden bu bahar mutsuzum diye takılıyorum anlamadım.aslında anladım da anlamazdan geliyorum işte.
    dersten çıktığım vakit gün ortasını iki saat geçmişti.karnımda bir açlık hissettim ama yemek yemek istemedi canım.günden güne daha gereksiz gelmeye başlıyordu yemek yemek.yürüdüm öylece.bir yerlere doğru.yeşillikler büyüktü, güzeldi.yanlarından geçtim.yürürken kaldırım ve çimenlerin sınırındaki, diğer çimenlere nazaran daha uzun olan bazı çimenler gördüm.kaldırımın griliğini ellerinden geldiğince yeşillendirmeye çalışıyorlardı.sanki ellerini uzatmışlar da dur burada daha fazla yaklaşma diyorlardı kaldırım taşlarına.
    sonra birden çimenlerin üzerine adım attım.yürüdüm yeşillikte.insanlar tarafından şekil verilmiş ağaçlara baktım.birbirine birer metre aralıklarla dikilmiş çam ağaçlarını gördüm.çok yakın dikilmiş olmaları sebebiyle dallarını birbirine kavuşmuştu çamların.bir an halay geçen insanlara benzediğini düşündüm, gülümsedim.sonra farkettim ki ağaçlar birbirine bu kadar sık dikilmiş çünkü duvar gibi olsunlar diye.halay çektikleri falan yok yani.ağaçların üst kısımlarını da tıpkı bir kale burcuna benzetmişler ki kimse bu ağaçların aslında bir duvar olduğu konusunda kafa karışıklığı yaşamasın.benim kafa karışıklığımı düzelttiniz sevgili bahçivanlar sizlere teşekkürler(!)
    sonra aklıma geldi.sen çok sevmiştin ağaçlara verilmiş olan bu şekli.rumelihisarının tepesi gibi olmuş baksana demiştin.sonra ağaçların yanındaki atatürk heykelini görmüş seni onunla fotoğraf çekmemi istemiştin.ben de çekmiştim.son gelişindeydi sanırım.
    başka bir ağacın altında oturup sırtımı gövdesine yasladım.karşıma ağaçtan duvarı ve atatürk heykelini aldım.önünden yürümemizi, durup konuşmamızı, senin fotoğrafını çekmemi izledim.önümde muazzam bir sahne kurulmuştu ve anılardan oluşan harika bir oyuncu kadrosu vardı.bu oyunu kaçıramazdım.tadını çıkardım.
    ayakkabılarıma ilişince gözlerim bir garip gülümseme daha geldi yüzüme.ne zaman çimenlerde otursak ayakkabılarını çıkarırdın.bense hiçbir zaman çıkarmazdım.neden bilmiyorum çocukluktan kalma bir şey olabilir.belki bir komşunun evine gitmişimdir de o sırada çorabım deliktir.sonra insanlar görmüştür ve gülmüştür.bu da belki travma olmuştur.ne biliyim çıkarmazdım işte.ama uzanıp çıkardım şimdi.
    sen oldum zannettim bir an.elimi yüzüme götürdüm ama bu sakallı surat sana ait olamazdı.sen olmadığımdan emin olduğum sırada sen olsam ne yapacağımı düşündüm.ilk olarak o kadar sıkı sarılırdım ki kendime bunu anlatacak bir kelime bulamadım.sonra koklardım kendimi.ve saçlarımla oynardım.kendimi gıdıklayıp yüksek sesle gülerdim.buraları çınlatırdım gülüşümle.ve tabi ki ayakkabılarımı çıkarıp çimene basardım.
    gözleri kapattım.iki elimi de çimenlerin üzerinde gezdirdim.sonra birden anladım ki dünyadaki tüm çimenler kardeşmiş.ya da kuzen.ya da her neyse akrabalık dereceleri konusunda kafa karışıklığım var hala ama bir akrabaları olduğunu anladım.eskiden oturduğumuz başka bir çimenlikteki çimenleri hissettim.sizin okulunuzun meşhur bahçesindeki daha meşhur çimenleri.o çimenlerde yatıp kitap okuduğumuzu gördüm.bu sırada gözlerimi açmadan bedenimi yavaşça kaydırdım aşağı doğru.kafamı karnına koymuştum.kalbinin atışını duyuyordum.karnından bazı sesler geliyordu.nefes alıp vermenle kafam biraz inip peşi sıra biraz kalkıyordu. sonra o çimenlerde güreştiğimizi gördüm.sana yalandan yenildiğimi gördüm.aa gerilla yogası yapmaya çalıştığımızı da gördüm.sonra yere düşerek katılana kadar güldüğümüzü de.
    gözlerimi o kadar sıkı kapattım ki yanımdan ayrılamadın.sanırım biraz ağladım.sanırım çok ağladım.öylece uyuyakalmışım.
    uyandığımda bir sonraki derse 15 dakika kaldığını gördüm.sen gitmiştin.ben de kalkıp dersliğe doğru yürümeye başladım.yine yüzümdeki gülümsememle...
  7. şu sıralar bir çok entrynin girilmesi gereken başlık gibi. aforizmalar salvolar anket başlıklarında piç olup gidiyor.
  8. körleşme

    körleşmiyor muyuz hepimiz aslında? kaçmak için mi körleşiyoruz yoksa körleştiğimiz için mi kaçıyoruz acaba? ilki daha mantıklı gibi geliyor insana, ne demiş canetti: "körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek iki nesnelerin ve yaratıkların yan yana bulunabilmesine olanak tanır."

    yaşamımızı beğenmediğimiz için bilerek körleşiyoruz aslında. hayal dünyasına kapılıp imkansızları istiyoruz. onlara ancak kör olunca ulaşabileceğimiz için körleşiyoruz toplumca. bu yüzden de yönetiliyoruz fazlasıyla. "körler ülkesinde şaşıysan kral olursun," misali hiç akıllı olmayan biri tarafından bile yönetilebiliyoruz körleştiğimiz için. gözlerimizi, algılarımızı kapalı tuttuğumuz için. bütün bunlar gücümüzü kaybettiğimiz için aslında, yanlış olan şeylere karşı koymaya çalışmadığımız için, birlik olmadığımız için körleşiyoruz aslında.

    bir şeylere iyi ya da kötü tepki vermek yerine körleşiyoruz, kötü de olsa tepki vermek yerine elimizdeki metal aygıtlara ya da kendi küçük çaplı sorunlarımıza yöneliyoruz önemli olanlara aldırmadan. gerçeklikten kaçıp sanal gerçekliğe yöneliyoruz, yapay olarak görüp gerçeklikte körleşiyoruz sırf zaman gibi soyut bir kavramdan kaçmak için. güzel bir şey olduğunda açıyoruz gözlerimizi sadece -son zamanlarda olmayan güzel şeyler- ama kötü şeyler olduğunda gözlerimizi daha önce hiç açmamış gibi davranıyoruz, 13 derece miyop gibi...

    en akılsız insanlar tarafından bile yönetilirken herkes, metal aletlere hapsolmuşken, sanal gerçeklikler peşinde koşarken tam önümüzdeki gerçeklik yetmezmiş gibi, ne yapabiliriz ki artık? kitaplar gerçekleri ifade ettiği için kenara fırlatılırken ve kaçarken insanlar onlardan yapılabilecek bir şey var mıdır ki? canetti demiş aslında: "...süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı, itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalarına bölmek."

    gözlerimizi açmak gerekirken daha da kör olmakta ısrarcı insanlar, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın," diyorlar. sessiz kaldıklarında o yılanın onlara dokunmayacağını sanıyorlar. bakıyorum da, dünyaca körleştiğimiz gerçeğini göremeyecek kadar körüz, kendimizi bile göremiyoruz aslında...
  9. yazlarımızın geçtiği sahil kasabasına baban seni gri külüstür arabanızla getirsin diye hayal kurdum kaç sonbahar ve kış ve ilkbahar.

    sen hepsinde geldin. iyi ki de geldin. sahil yolundaki yılların yosun tutup da örseleyemediği taş kaldırımlar bi anda yeşillendi sanki, balıkçı teknelerinin sesi rahatsız etmemeye başladı, sanki mazotla çalışan 27 yıllık motorları aşk şarkıları mırıldanıyorlardı.

    oturduk kaç akşam yanan ateşin çevresinde elimizde şaraplar ve yeni yetmelerin heyecanla çaldığı gitarla hayallere daldık.
    sen yıldızları seyrettin ama ben her seferinde seni seyretmeyi seçtim. sen romantizmi hayallerde aradın, ben sende buldum, gel gör ki anlatamadım.
    puslu gözlerle baktığın yıldızlar her kaydığında bir dilek tutmayı önerdin. sormadım sana ne diledin diye çünkü bizi dilemiş olsaydın hali hazırda elde vardım ben. biz yapacaktı sonuç toplayınca seni bana. ama sen matematiği de sevmiyordun ya, toplayamadın bizi. bir kenarda sen, diğer kenarda ben..

    mevsimler mevsimleri kovaladı, yazlar geldi. oturduk yine senle hep aynı masada. gündüzleri denizin ve biranın ardından ne güzel şeydi seninle gülmek alelade sohbetlerin arasında. akşamları ise senden kaçıp içtiğim rakının anasonundaydın, bense yolun sonundaydım. çok uğraştım, senle seni sensiz bana anlatamadım.
    yılların ve yılların ardından farzet ki birlikte olabilseydik eğer, şu anda ayrıldığın eşinden olan mavi gözlü tatlı kızın bana baba diyor olacaktı. hoş, ikimizin gözleri de yeşil ya nasıl olacaksa mavi gözlü kızımız. farzettim ya her zamanki gibi, farzettim ya hep yaptığım gibi. benim hayalimde yine mavi gözlü kalacak o, ne senin yosun gözlerinin yeşilliği ne de benim açık yeşil gözlerim sana dair olan en güzel saflığı bozmaya yetebilecek hayallerimde.

    yıllar sonra unutuldu sanıyor herkes, adın geçmiyor artık dostlarla lakırtılarımızda.
    velhasılı bir kere açık yüreklilikle dinleseydin beni anlatacaktım amma, "nasip değil imiş", olmadı.
    senle seni sensiz bana anlatamadım.
  10. Yalnızca sığ sular derin keser

    !---- spoiler ----!

    Yalnızca sığ sular derin kesikler bırakır! Yalnızca sığ insanlar derinlerden korkar, sığlarda dolanır. Yalnızca sığlarda sütliman yaşamlar ilk fırtınada alabora, yalnızca derinliğin kralları her fırtınayı kayıpsız atlatır.

    Her düşünce, her hayal, her insan, her yaşam yükseklerden düşer gelir. Vahşi kabilelerin dualarına cevap verir binlerce yıldır güneşe tapan bulutlar, güneşle savaşlarını kaybedip dökülür yer yüzüne tüm insanlar ve tüm varlıklar: yağmur gibi. Tepelerde başlar tüm maceralar, yüksekten uçar her yaşama yeni başlangıçlar. Ne kadar sığ kalırsa insanlar, o kadar derin keser vadileri, ne kadar düzlükte akarsa yaşam o kadar dallanır budaklanır ve yayılır karmakarışık bataklıklara. Her suyun amacı vardır, her insanın ve insana ait varlığın da: denize ulaşmak adına. Deniz dediğimiz burada, aklımızda savrulan okyanuslar elbette..

    Tek sorun her insanın ve her düşüncenin yeterince derin sulara asla ulaşamıyor oluşudur. Bazıları henüz düştüğü anda bir savaşın ortasına, yanar gider, paramparça olur geçici yaşamlar ve hevesler. Bazımız ki koşarak giderken büyük bir aydınlanmaya, karanlık bir dağ yamacında kapana kısılırız göllerin daraltısında. Bazımız koşarak ineriz dünyanın uç noktalarına, en alakasız bir kaderdir bizi düşüren yüz binlerce yıllık cehalet buzullarına; bir donarız çözemez binlerce güneş, milyonlarca gün, milyarca nefes doğruluk adına. Donduğumuzla kalır bir damla ile dağlar oluşturup trilyonlarca bir araya toplana toplana..

    Çok az beşeri varlık ulaşır kendi yarattığı, kendi gibilerin durulduğu büyük sulara. Çok az beşer şaşar da doğruyu bulur kocaman engin düşünce oknanuslarında. Bulanların birçoğu da, çağlarından, renklerinden, gelişmişliklerinden bağımsız ya deniz üstüne süzülen bir çırpı ya denizin derinliklerinde bir avcı edasında. İnsan aklındaki su direnci, insan aklının kendisini yaşamın yüzeyinde tutma ve yerinden kaldırma kuvveti her şeyi belirli bir süre basit bir yüzeyde tutmasıyla bilinir. Yalnızca bu direnci kırabilen bedenler, derinlerde karanlıkta yolunu bulabilir. Öte yandan yüzeyde kalan hazırcı çalı çırpı insan aklının gel-gitlerinden, fırtınalarından ve depremlerle gelen dev dalgalarından hemen sonra paramparça olabilir. Böylece yaşam kendini devridaim etmeye, oknayuslarla buzullarını oluşturup, kendisine karışmaya çalışan her cehaleti kıyılara biriktirmeye ve yem etmeye devam eder.. Zekanın gezegeninde, sadece en akıllılar, en derindekiler güvendedir. Diğerleri hep savrulmaca hep sürüncemede. O nedenle en sakin akıllar en çok zararı verir, dağları değer ve biriktikçe geç kalır doğru ortak akıl okyanusunu kurmada. Ya donar kalır ya döner toprağa bir şekilde!

    !---- spoiler ----!