1. kupkuru bir güzün ardından gelen kış zemherisi ve sonrasında gelen cemreler ve daha sonrasında gelen güneş mevsimi döngüsü içinde yükleniyor zaman bizlere. biz dediğim de, ben, aklım, vicdanım ve kalbime. çoğul oluyorum onlarla, içimdeki ben büyüyor, uzuyor, çekişiyor ve yaslanıyor. ben gebe kalıyor, biz doğuruyor. mevsimler, başımın üzerinden geçen yaprak desenleri, kızıl bir hurma, sapsarı bir hüzün, alev renkli bir ölüm, kırmızı bir soluk, damarlar diri ve bazen de ölü. büyüyorum, aklım pişiyor, kalbim hâr bir ocakta, vicdanım batağa saplanmış cihân içinde ayrık otlar içindeki bataklık çiçeği.

    biz sahipsiz bir piç gibiyiz leydim, biz sahipsiz bir piç! sahibem olur musun diyeceğim de, piç olma sahipsizliği içindeyiz. aklımı adam edebilir misin, ya kalbime ket vurabilir misin, vicdanıma ninniler söyleyip uyuta bilir misin?

    kısa kesiyorum leydim? minimalist takılılyorum.
  2. - bu son sigaram -

    aslı yaklaşık dört yıl boyunca neredeyse her konuşmamızın sonunda beni reddetti. ortada herhangi bir teklif bulunmazken bile o reddedecek bir şeyler bulup reddederdi beni muhakkak. ama son aylarda en azından bir kaç cümlelik paylaşımlarımız da oluyor sonra reddediyordu sağolsun. bu kıza niye katlandığıma meraksız, bi kaç kişi sırf laf olsun diye nedenimi sordular. cevap vermedim.

    ''değişen jargonuna kendini fazla kaptırmış aklı bir karış geride bu kızın'' dedi alsev. uzak dur diye ekledi. geçen gece parkta içerken de enver kullanmıştı aynı cümleyi: ''uzak dur!''
    -kızın daha önce hiç ilişkisi olmamış konuyu bilmiyo anlıyo musun enver?
    -ama sevse hissettiği gibi davranması yeter. bunun konuyu bilip bilmemekle ne ilgisi var?
    -çocuk gibidir o sen bilmiyorsun. sebebini bilmediği bir otosansürü var. bazen sırf onu istediğim için kendimi pedofiliymişim gibi hissetmekten alıkoyamıyorum.
    -ne alaka lan?
    -yav öyle işte oğlum. bi dediğimi anlamıyor. aramızda jenerasyon farkı var sanki amına koyim. altı üstü bir yaş büyüğüm ondan. arkadaşlarıyla en sığ hangi konuları konuşuyorlarsa benimle de onu konuşsun diyorum ama muhabbetin dışına itiyor beni bir şekilde. ben de babamla olan diyaloğumuzdan biliyorum..

    -e sen de söyle kardeşim açık açık seni seviyorum diye.
    -söyledim. söylemedim mi sanıyosun?
    -o ne dedi?
    -bana değer veriyormuş! değer ne amına koyim! değerini sikeyim dedim içimden. yüzüne küfredilince kızıyor.
    -ben bir şey demeyeceğim kardeşim sen bilirsin. ama uzak dur.

    ''trink trink''

    bütün gece parkta konuşulacak konu bitmiyordu. ülke sıkıntılarından, beşiktaştan çıkıp konu dönüp dolaşıp aslı'ya geliyordu. enver'in anlatacak mataf bi hikayesi olmadığı için hikaye dinlemeyi severdi. ben seri içtiğim için çabuk çişim gelir, konunun orta yerinde kalkıp benden yarım metre uzun çamın altına işerdim. yaklaşık 30 saniyelik bu rahatlama sürecinde bir yandan enver'i bir yandan da konuyu süzerdim kafamın içinde.
    o gün parkta otururken aslı'yı gördüm. saat 23:17'ydi yanında bir herifle sohbet ederek geçti sokaktan. sırtımız yola dönük ve sokak lambasının kör noktasında oluşumuz sebebiyle görmediler bizi. zaten bu tarz herifler ıssız yerlerden geçerken karanlığın içinde iki karaltı görse bir kez daha bakmaya cüret edemez. olur da bir sıkıntı cereyan eder diye kafaları öne eğik adımlarla yürürler bütün yolu...
    alkolün verdiği yetkiyle ayağa kalkıp arkalarından baktım. yanlarına pekala gidebilirdim hatta herifin ağzını burnunu kırabilirdim ama otokontrol girdi devreye. anlaşılan daha sarhoş olmamışım. aklımdan saniyeler içinde bir çok kelime bir çok fotoğraf geçti. hatta bir ara herifin annesinin yüzünü, saçının rengini, vücut ölçülerini görür gibi oldum ilahi bir slayt tarafından. öpüşmüş olma ihtimallerini düşündüm.

    herhangi bir mekandayız arada 3-5 metre var yok. o ikisi öpüşürken onlara bakıyorum bir köşede. yüzünün en ince detayına kadar inceliyorum gözleri kapalı. severek öpüyor anlaşılan. yanaklarında, alnında oluşan en ufak kıvrıma odaklanıyorum heyecanını hissedebiliyorum o sırada. herife bakmadım. belki onun yerine ikinci bir beni geçirmiş de olabilirim. kendi vereceğim reaksiyonumu bilirim göz ardı edilebilir bir durum sonuçta. hem sonra; temelde o herifin ne hissettiği değil, aslı'nın en mahrem haliyle yüzünde, vücudunda oluşan bi takım reaksiyonlar önemli benim için. vücudunun salgıladığı hormonları görür gibi oldum sonra. ağzının içinde gezinen dilin ona hissettirdiklerini hayal ettim. normal şartlarda kendi tükrüklerini bardaklara doldurup içebilirler miydi acaba?

    baktım konu absürd bi yere doğru kayıyor düşünmeyi kestim. yumruklarımı sıkıp varoluşuma bir anlam aramaya başladım. belki empati filan kurmuş bile olabilirim herifle o esnada. uzaklaşsınlar istedim. o an karısını kendi yatağında basan bir adamın boşvermişliği, çaresizliğiyle doldu içim. ellerim avuçlarım uyuştu çöktüm oturdum banka. biram yarısındaydı kafaya dikip bir sigara yaktım. enver ne yapacağımı merakla izliyor gibiydi o böyle şeylerden hep bir ders çıkarır.

    -bi şey yapacak mısın?
    -yok lan. kendimi düşürdüğüm şu durum bile yeter bana. sadaka istemiyorum ben. olmuyosa olmuyodur yapacak bir şey yok.

    ''trink trink''

    (içimi bir anda bir dinginlik kapladı.)
    -enver bu kez net gibiyim. baya yaktım gemileri sanki. bu sal bana yeter. en azından uzaklaşmam için beni idare edebilir bu sal...

    o gün eve gittiğimde ona durumu hemen bildirmedim. bir kaç gün daha geçirip kendimden emin olmak istedim.
    -zaten bu konuya çok fazla kafa patlatacağını da sanmıyordum.-
    arada telefon görüşmelerimiz oldu ama o geceki konudan hiç söz açmadım ona. tam bir hafta sonra akşamüstü bir mesaj attım:

    ''bu kadar basitliğe razı değil gönlüm. acıma sebep arıyordum artık acıtmıyor yokluğun. değer verdiğim için sana bu mesajı yazıyorum beni sakın yanlış anlama seni seviyorum. sadece bugün bir şeylerin netlik kazanması gerekiyordu. netlik, kazandı. ne ben kaybettim, ne de sen birtanem. zaten mevzu da bu değil. 140 karakter sınırlaması olsaydı ikinci bi mesaj atmazdım. sadece artık kimse sms kullanmıyor ve benim hiç kullanmayacağım kadar çok smsim var.''

    bir kaç kez aradı mesaj yolladı fakat hiç birine geri dönmedim. enver ortak bi arkadaşıyla konuşmuş. o gece yanındaki herif kuzeniymiş. enver'e konuya nasıl girdin diye sormadım. kesin kafasını yarıp gözünü çıkarmış beni yerin dibine sokacak bir şeyler söylemiştir. neticede bu iş, enver'e yaradı. nilüfer'le aralarında bir ilişki cereyan etmiş..
    ozeus
  3. havalı araba

    2015'in sıcak bir yaz günüydü; daha mayıs ayında deniz-temiz hava-yazlıkçı komşu-organik gıda kombinasyonunu tercih eden ailesi tarafından yalnız bırakılan ben, çatı katındaki evde sıcaktan da bunalmaya başlamıştım. evin hiçbir yeri, hiçbir türlü esmiyordu, tebdil-i mekanda ferahlık yoktu. En sonunda, klima gibi usta-ev sahibi ilişkisi gerektirmeyecek, yeri değiştirilebilecek, nispeten ekonomik bir çözüm olarak vantilatörü buldum.

    rahat ulaşıp sorunsuz park edebildiğim yerlerden Kentpark'taki media markt'a gitmeye karar verdim. Her zamanki gibi otopark tabelasındaki sayılardan hedef katı belirleyip 4. bodrum katına -bir yandan da kat geçişlerinde araçlarını park edenlerin üşengeçliğini aşağılayarak- indim ve Suzi'yi avm giriş kapısının hemen önüne gururla park ettim.

    Ne istediğini bilen müşteri edasıyla girdiğim mağazada, satış temsilcisinin gösterdiği çakma transformers görünümlü, 360 derece dönebilen modeli, "güzelmiş ama benim o derece bir şeye ihtiyacım yok" esprisiyle püskürterek, fiyat-performans ilişkisinin en yüksek olduğunu düşündüğüm modeli, satış temsilcisini de "hah benim aynen böyle bir şey almam lazım; tekerlekli, su hazneli, uzaktan kumandalı, uyku modlu" cümlesiyle de ikna ederek kasaya yönlendirildim.

    flamalı alışveriş arabasını da süren temsilcinin centilmenliği kasayı geçene kadardı, artık yalnızdım. Mağazanın hemen çıkışındaki asansörün varlığı içime su serpmişti. Ta ki içine girene kadar. Kısmi meslektaşlarım proje aşamasında binanın mimarisini/statiğini çalışırken asansörü 3. bodrum kattan başlatmayı uygun görmüştü.

    Araç trafiğinin yanından geçerek flamalı ve vantilatörlü arabayla bir alt kata yürümekten başka çarem kalmamıştı. Yokuş aşağı arabanın frenleri tutmuyordu ama küfür etmemek için ben kendimi tutuyordum. Suzi'yi bıraktığım yerin de jeopolitik bir önemi kalmamıştı artık, bir an evvel arka koltuktaki vantilatörle eve gidip serinlemeliydim. ama çilem daha bitmemişti.

    Yükte hafif, hacimde büyük paketle 72 basamak çıkmak bir işkenceydi. Neden kollarım biraz daha uzun değildi, neden sadece o an için süper dişi değildim. Eve girdiğimde ter içinde kalmıştım. ama vantilatör beni serinletecekti, tabi kurulumunu yaptıktan sonra.

    kutunun içinden çıkan parçalar bana kinder surprise zamanlarımı hatırlatmıştı. onları da tarife bakmadan birleştir(e)mezdim, bunda da prensibimi bozmayacaktım. Kitapçık adım adım anlatıyordu, kule misali aşağıdan başlayacaktı montaj. taban ağırlaştırma takımı, taban kilit somunu, tekerlek derken havaya girmiştim. sanki seyircim varmış gibi "kilit somunu tekerlekleri yeterince iyi kavramadı mı acaba" deyip üstten biraz bastırmamla takım ruhunu bozduğumun göstergesi oyundan kopuşlar başlamıştı. Neyse canım, vantilatör kurulduktan sonra kucakta da taşınabilirdi, hem zaten halı tekerleklerin hareketi için de uygun değildi. Yine de bundan sonraki aşamalarda gücümü daha kontrollü kullanmayı seçerek kafes kısımlarına kadar gelmiştim.

    bu aşama benim için iki açıdan çok önemliydi; hem bunu beceremezsem yaptığım onca (!) montaj ve masraf boşa gidecekti, hem de kanaviçecilerin yüz karası olarak yıllardır takamadığım kasnakla gıyabında yüzleşip "bak sorun bende değil, sende" diyebilecektim. Tarifte "biraz kuvvetle monte ediniz" yazıyordu ama bu sefer öyle yapmayacaktım, şiddetten hayır gelmiyordu. ön kafes ve arka kafesi birlikte tutup sarılarak kendi kafesime yaklaştırdım ve sıcaklığımı, onların birleşmesine olan ihtiyacımı hissettirdim, işe yaramıştı.

    bu hikayeye bir son lazımdı
    öyle uzaktan, uzaktan hiç konuşmadan nasıl da bağladın beni :)

    !---- spoiler ----!

    ilhamından ve motivasyonundan ötürü densizdengesiz'e teşekkürler :)

    !---- spoiler ----!
  4. duyduğu çığlıkla aniden sıçradı. rüya ile gerçek arasında ayırım yapmakta zorlanıyordu. kan ter içinde kalmış, ay ışığının duvara yansıttığı pencere silüetini görünce ferahlamıştı. tekrar yatmak için uzandığında, belli belirsiz bir ürperti kaplamıştı içini. sımsıkı tuttuğu çomakla dövülmüş yeni basmalı yorganını omzuna çekip uykuya dalmıştı.

    seher vaktiydi. bir çığlık daha göz bebeklerinin büyümesine neden olmuş, yattığı yataktan tavandaki tahtakurularının açtığı deliklere odaklanmıştı. bir anlık sessizliğin ardından tekrar bir vaveyla daha duyup, fişek gibi yataktan fırlamıştı. kapıyı açmaya çalıştığı sırada kapının kolu elinde kaldı. belli belirsiz söverek sağ tarafında bulunan antika denilebilecek kadar eski , masif cevizden oyma masanın kenarına fırlattı. hatice hala yatakta onu izlemkle yetinmiş, uyku sersemi olanlara bir anlam verememişti. kapıyı açmaya yöneldiği sırada açamayacağını farkedip, fırlattığı kapı kolunu aramak için masanın altına eğildi. kapının kolunu fevri bir hareketle alıp birden kalktığında, başını masaya vurdu. bir küfür daha savururken nihayet kapıyı açtı. koşar adımarla odaya doğru ilerledi. tam odaya girdiği sırada bayılan kızını güçlükle tutabilmişti. hatice de odaya girdiğinde gözlerine inanamayarak dizlerene vururken bir yandan da dudaklarını sıkmış, kızının başucuna oturarak saçlarını düzeltirken gözyaşlarına boğulmuştu. pencereden giren rüzgarın soğukluğu sadece odaya değil, ziya ve hatice'nin içine işlemişti. ziya soğukkanlılığını elinden bırakmıyordu.

    patlama sesi, sabahın sessizliğinde hemen hemen her evden duyuldu. ziya'nın evinin az ilerisinde ise nam-ı diğer zilli cevriye oturuyordu. kapıyı biri sertçe çalıyordu. üzerinde kırmızı saten bir sabahlık vardı. sabahlığı bağlamaya çalışırken ‘’ geldim geldim ‘’diye söylendikten sonra kapıyı açmıştı. kapıyı açtığında karşısında ayakta tir tir titreyen fadime'yi görünce elini göğsüne koyarak ;

    - kız hayrola, bu ne telaş sabahın köründe?

    - ayol sen duymadın mı patlama sesini ?

    - duymadım ayol ! ne patlaması ?

    - ziyaların evin ordan geldiydi ses dedi; telaşlı telaşlı.

    bunu duyan cevriye başını kapıdan çıkartıp, etraftaki kalabalığın, ziyaların eve doğru yöneldiğini görünce şaşırdı. içini bir kasvet aldı. fadime'ye bakarak;

    - kız ben sana demedim mi bu kızı götürmeyelim diye, dedi.

    - ayol zorla mı götürdüm üstüme iylik sağlık aa!

    - kesin biri gördü kesin ! lakin kim ? dedi. ellinin tersini diğer avucuna vurarak.

    - hem kötü mü yaptık şekerim ! ömrü hayatında sayemde taverna gördü.

    - mafolduk ayol mafaolduk, ziyayı bilmeyon mu vurdu kesin kızı.

    - ağzından yel alsın o senin hüsnükuruntun. bi kere bu devirde kolay mı öyle adam öldürmek !

    - ziya delidir deli bilmeyon. sen alamanyalardayken recep ilen tartıştıydı bu, bi tavuk için meydan dayağı atıverdiydi gözümün önünde zavallıya

    - tavuk yüzünden ?

    - ne sandıydın ? bahçeye girip bostanlarını delmiş diye candarmalık olduydular.

    - neyse üzerime bişeyler giyip geliyorum öğreniriz şimdi

    bu sırada sesleri duyan komşular belli belirsiz toplanıp, çınar ağacının dibinde renkli basmalı şalvarlarıyla çökmüş, fısır fısır merakla neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. hava yavaş yavaş aydınlanlamaya başlamıştı. köy eşrafının hatırı sayılır ihtiyar kesimi, patikadan inerken, ziya'nın eve bakıp kendi aralarında konuşuyorlardı. bu sırada cevriye ve fadime ağacın yanına doğru gelirken toplanan kalabalığın konuşmalarına kulak kesmiş fakat hala ne olduğunu bir türlü anlamamışlardı. etraftaki kalabalığın duymalarından çekinerek, çınarın dibinde;

    - kız fadime sahiden ziya vurdu mu dersin?

    - yandık yandık cevriye kesin vurdu kesin ! dedi telaşe memuru gibi.

    - yok yok bunlarda başka bir hal var. baksana ses soluk çıkmaz oldu.

    - başka ne olcek kız cevriye ? dedi. cevriye'nin yeni aldığı pabuçlarında da gözü kalmış baştan aşağı süzerek biraz da kıskanmıştı.

    diğer kadınların da bir gözü cevriye'nin üzerindeydi. köy halkı cevriye'nin almanya'da geçirdiği günlerde annesine aldığı televizyon kimsenin dilinden düşmemişti. liseye gittiği dönemlerde kıskançlıktan dolayı ayşe'ye meydan dayağı attığı için o zamandan bu yana adı zilli cevriye olmuş kendisi bir süre bu durumu hoş karşılamasa da bir süre sonra durumu kabullenmişti.

    hatice kızı için oldukça endişeleniyor bir yandanda ziya'nın getirdiği kolanyayla zeynebi ayıltmaya çalışıyorlardı. bir süre sonra zeynep ayıldı. hatice saçlarını sıvazlayarak zeyneb’e;

    - zeynebim noldu kuzum sana ? a kınalı kuzum benim. dedi

    - ... ( zeynep anlamsızca bakmış birşey söylememişti. )

    ziya hatice ile zeynebe bakarken yumruğunu sıkarak dudaklarını ısırdı. kızına doğru bakarak şöyle dedi ;

    - zeynebim hekimi haber salayım gelsin mi ? diye sordu.

    - buba möhüm deel tansiyonum düştü herhal, dedi ( annesini yüzüne bakarak)

    - çağırsın baban a kuzum benim ?

    - biraz dinleneyim bişicim kalmaz dedi.

    - hatce gız hatçe..?

    - ne var ziya ne var ?

    - zırlamayı kes de sekiye otutturalım kızı !

    ziya'yı asıl sinirlendiren hatice değil kızının düşüp bayıldığı sırada, pencereyi kapatırken gördüğü manzaraydı. düşünceli, şaşkın ve bir o kadarda kızgındı. böyle bir şeyi, yapacağı aklının ucuna gelmezdi. kızına yardım ettikten sonra hışımla odadan çıkarak dış kapıya yöneldi. sinirle dışarı çıktı. potinlerini hızla ayağına geçirdi. ziyaların eve yönelmiş, mahallenin ileri gelen kodoşları, ziya'nın bu sinirli halini görünce sus pus kesilmişti. ceketini sırtına atarak, bahçenin çitlerinde yaslanmış olan latayı alıp yola fırladı. adeta burnundan soluyor yokuşu hızla çıkıyordu. bunu gören fadime ve cevriye'nin beti benzi atmıştı. kapının sertçe vurulmasının ardından zeynep;

    - ana koş babamın elinden bi kaza çıkmadan yanına varalım, dedi.

    - dur kuzum dur! dedi. neler olduğunu anlamayan hatice kızına manasızca baktı.

    - hadi ana kalk dedi. ardından üzerine yeleğini alarak çıktılar

    - bubaaaa! bubaa! diye seslenmişti. durumun ciddiyetini anlayan hatice ise;

    - bey! beeey! diye seslense de ziya yokuşu çoktan aşmıştı.

    zeynep ile kapının önüne çıktıp, pabuçlarını giydikten sonra ziyayının peşine takılmışlardı. çınar altında konuşmalarını sürdüren zilli cevriye saçlarını savurarak caka atmaya çalışırken;

    - bak kız ben sana demedim mi? bunlarda başka bi hal var diye, dedi.

    - valla senden korkulur gız, şeytana pabucu ters giydirirsin sen, demiş zeynebi gördüğünde yüreğine su serpilmişti. merakları bir kat daha da artmış, olan biteni izlemekle yetinmişlerdi.

    fadime, zilli cevriyenin böbürlenmesine aldırmayıp, dağın eteğinde belli belirsiz sesleri gelen jandarmalara kulak kesmişti. bu sırada ziya saffetlerin eve gelmiş kalabalığa aldırmadan avazı çıktığı kadar ;

    - saffeeet ! saffeet! diye bağırıyor ve ekliyordu.

    -çık ulan hergele çıkta sana günü göstereyim, dedi, adeta gözü dömüş elindeki latayı savuruyordu.

    bunu duyan ev halkından saffet'in babası ve dedesi kapının önüne fırlamış bahçe çitinin ardından;

    - ne var ulan ! ne bağırıyon dürzü, dedi.

    - dürzü senin babandır ulan şerefsiz,dedi.

    saffet'in dedesi bastonunu havaya kaldırarak

    - seni kör olmayasıca gevur seni ! dedi

    - dinsiz imansız oğlun nerde deyom size ? diyerek üzerlerine yürüyen ziya'yı köy halkı zar zor tutabilmişti. kızı ve karısı ziya'nın yanına gelmiş sakinleştirmeye çalışıyorlardı ziya'yı köy halkının engellemesini fırsat bilen saffet'in babası ve dedesi ise ziya'nın üzerine yürümeye başlamıştı. ziya okkalı bir tokattan son anda kurtulmuş daha da sinirlenmişti. jandarmalar çok geçmeden geldi. kalabalık birden dağıldı. ziya gelen jandarmalar ile birlikte biraz olsun sakinledi. jandarmalar ziya'dan bilgi alıyorlardı. bu sırada askerler belli yerlere dağılarak bir taşkınlık daha olmaması için yerlerini alıyorlardı. komutan çantasından çıkardığı dosyaya ziya'nın anlattıklarını yazarak not aldıktan sonra olay yerine gitmişlerdi. bu sırada ziya'nın anlattıklarını bölerek;

    - saffetlerle bir hasımlığın var belli ki münakaşa ettiğinize göre ? diye sordu

    - karşı komşu dün değil evvelki gün, bizim semeri almış eşşeğin sırtında gördüydüm, dedi.

    yutkunmasına müsaade etmeden komutan sordu

    - sonra..

    - sonra geceleyin bende eşşeğin sırtından semeri söküp bizimkinin sırtına taktım

    - ee senin olduğunu nerden biliyorsun ?

    - sarı püsküllüydü 20 yıllık baba yadigarı semeri tanımam mı ?

    - peki gürültüyü duymadın mı ?

    - kızım duymuş ben dün çapaya gittiydim. yorgunluktan kızın çığlına uyandım

    - makinalı tüfekle vurulmuş dedi, yılların verdiği tecrübeye dayanarak.

    komutan elindeki telsiz ile karakola haber verdikten sonra yaverine dönerek saffet'i tevkif etmelerini emretti. yaveri bir hışımla elindeki tüfeği sırtına asarak diğer komutana haber vermişdi. etrafa göz gezdirerek geliyordu. olay yerine geldiğinde ziya ile komutanın konuşmalarını fırsat bilip bir sigara çıkartıp yakmıştı. önünde alnından vurulmuş eşşeği inceliyordu.üzülerek etrafına bakınıyordu. tebessüm etmesine neden olan şey tüm ağırlığını tarlaya teslim eden inek hiçbirşeyden habersiz önündeki samanı yiyor, ahırdan gelen beyaz küheylanın kişnemesi ona köyünün güzelliklerini anımsatıyordu. iç çekerken gözleri parlamıştı tezkeresine az kalmış derin bir nefes almıştı. tam bu sırada saffeti tevkif etmek için giden birlik geri dönüyordu. komutan tarafları anlaşmaları için ikna etmeye çalışmış fakat edememişti. karakola gittiler. ardından ifade almak için bir bir çağırıldılar. ifade sırası saffete gelmiş, komutan şöyle demişti;

    - zararı karşılamayı kabul edersen senin için iyi olur

    - neden vercekmişim vermiyom gari !

    - yaptığın yasalara aykırı bunu biliyorsun !

    - biliyom amma oda benim gevur inadımı bilmeyo ! benle uğraşma dediydim ona !

    ifadesini alırken komutanın yaveri karakolun girişindeki ifade odasında konuşmalarına şahit olmuştu. kapının önünde pür dikkat dinliyordu. bu sırada manalı manalı gülümseyip yanındaki arkadaşına bakarak şöyle demişti;

    - eşşeğe altın semer vursalar eşşek yine eşşek

    - ne mırıldanıyon kasım

    - yok bişey, yok bişey sen söyle bakalım şafak kaç ?

    - şafak karanlık be kasım 112 senin kaç ?

    - 18

    - bitmiş gari ne kalmış şurda

    - bitti ya çok şükür bitti. dedi.

    ailesini düşünmeye başlayan kasım, burnunda tüten köyünün kokusunu almış uzaklara, köyüne, evine, çocukluğuna dönüp gitmişti.
    sdrex
  5. zor şeymiş insanın geçmişini ayıklamaya çalışması. bunca şey attım, atıyorum da hâlâ ama bitmiyor. ne çok şey varmış unutmak istediğim. peki, bunların hepsinden uzaklaşınca bitecek mi? kurtulacak mıyım? rahatlayacak mıyım? her neyse… en azından gözümün önünde kalabalık edip sinirlerimi bozmayacaklar. hem atalarımızın dediğine göre gözden uzak olanın unutulması kolay olurmuş… neyse ki unutmak gibi müthiş bir meziyetimiz var insanoğlu olarak! ve iyi ki şu hiçbir şeyi unutamayan hafızalardan birine sahip değilim. atlatabilirim biliyorum… ben neleri unutmuş kadınım…

    işte unuttuğum bir kutu daha mesela.

    mektuplar mı?

    ben yazmışım.

    göndermemişim…


    ***

    … temmuz

    dalgalar vuruyor kıyıya. kaçışan insanlar, çığlık çığlığa sevinen çocuklar… şimdi sen olsan gözlerinin içi parlayarak, için için, içten içten gülerek bakardın onlara, dalgalardan kaçan telaşlarıyla alay edercesine… el ele yürüyen insanlar geçiyor önümden, dalgalara aldırmıyor gibi görünerek. ama üzerlerine sıçrasa sular birbirlerine sarılıp kaçacak, kendilerine küçük sevinçler yaratacaklar. biz de yürüdük seninle el ele, deniz kıyısında değildi, ağaçlı bir yoldu. ama biz sahip çıkamadık o ellere… çıkamazdık! çünkü bizim ellerimiz sevgiyle, aşkla, umutla birleşmemişti. birleşemedi! yanlış yer, yanlış zaman falan filan… şimdi sen olsan yine öyküler anlatırdın bana, hiç yaşanmayacak… ben senin anlattıklarından çok sesini dinlerdim, beni alıp götüren… bir şey var sesinde, tarif edemiyorum. hâlbuki her şeye bir kılıf uydurmakta üstüme yoktur. senin sesin bir şey gibi… deniz gibi mesela, gerçekten duymak için dikkat kesilmen gerekir. eğilmen, yakınlaşman… (bence insanlara yakınlaşmak için böyle alçaktan sesin.) ya da bulut gibi, evet bir yağmur bulutu. bir yandan yumuşacık, bir yandan yüklü… bilmiyorum bir şey gibi işte…

    gemiler geçiyor boğaz’dan, vapurlar, feribotlar, balıkçı tekneleri… benim de olsa bir teknem, açılsam… senden de ondan da uzağa… her gün içimi acıtıyorum… her gün pişman oluyorum… senden uzakta duramamamı sağlayan senin sesin…


    ***

    unutmak gibi bir meziyetimiz var, evet ama hatırlamak gibi bir zaafımız da var, ne yazık! nereden çıktı şimdi bunlar? atsana bakmadan, ne vardı okuyacak? insan zihni ne garip… nasıl da ötelere, ücra köşelere atıyoruz istediğimiz zaman… nasıl da sökün ediveriyorlar ilk fırsatta… nasıl da önüne geçemiyoruz bu geçmişe dalıp gitmelerin…


    ***

    … eylül

    aşk değil bu, sevgi, bağlılık, tutku… hiçbiri değil bunların. yine yalnızım vapurda, yine aklıma sen geldin. şimdi birlikte olsak daha bir mavi olacaktı deniz, insanlar daha gülümsetici. hâlbuki şimdi hemen hepsinin yüzü asık. haliyle benim de… içten içe onlar hakkında hikâyeler uydurup gülümsemem rahatsız ederdi şimdi onları. yine de hepsine bir hikâye yazabilirim. mesela karşımda oturan kız. elinde bir tabla var, resim çizmek için. sarışın, mavi gözlü, bebek gibi bir kız… öyle de masum duruyor ki bu haliyle… beni süzüyor sürekli, ne yazıyor ki bu kız dercesine… yanımdaki adam da okumaya çalışıyor yazdıklarımı.

    ama ben önlemimi aldım çoktan… kız yetenek sınavına girecek, belli. yüzünde neyle karşılaşacağını bilmemenin gerginliği ve saire… ama onun hikâyesini kendine bırakıyorum.


    ***

    herkesin hikâyesini kendine bırakıp çekip gittim sonunda. ne oldu? onlar da yine çıkıp geldiler işte! hâlbuki arkada bırakmayı öğreniyordum, beceriyordum yavaş yavaş… ah, nasıl özlüyorum her gün baktığım denizi, her gün bindiğim vapurları…

    ne güzeldir vapurlar… ne güzeldi… bakıp bakıp dalmalar, susmalar… söyleyeceklerinin etrafından dolaşmalar… her söze bambaşka anlamlar yüklemeler… gizlemeler…


    ***

    … ekim

    böyle içimi görüyor gibi bakmasaydın bu kadar korkmazdım seninle olmaktan belki de… tabii tüm cazibeni kaybedebilirdin öyle olsaydı. derin derin, sıcak sıcak bakıyorsun ya… en ufak bir mimiğimi bile kaçırmıyorsun hani. yüzüne hemen o “işte bu” bakışı yerleşiyor. işte o kıvrım diyorsun, işte o gülümseme, işte o aynı umursamaz eda… o anlarda -şairin dediği gibi- bir tek bizim bakışlarımız sarmaş dolaş oluyor. ve ben öyle çok korkuyorum ki böyle zamanlarda… bizden yayılan o “elektriği” başkaları da görüyor mu diye de merak ediyorum bir yandan…


    ***

    tamam, kapat işte, okuma kalanını… ne faydası var sanki? bunları yazıp durmanın da bir faydası olmamıştı. kendi kendine yazdın durdun, kendin okudun sade… şimdi buna da gerek yok artık, geçti… bitti… bitsin artık…


    ***

    … ekim

    devasa bir gemiye yol vermek için biraz eğlendi bizim vapur yine. ben de yine bakakaldım o koca kütlenin arkasından. bunun gibi nicelerini taşıyor bu deniz! vay be! ben de olsam o bilmediğim sulara doğru giden bir gemide… gerçi alışkın olunan sularda gitmek de güzel. bu suların her saatini bilmek. her anının ayrı ayrı güzelliklerini fark etmek… ama ne yapayım bilmediğim sular, bilmediğim hayatlar çekiyor beni… bildiklerimi seviyorum ama bilmediklerimi arzuluyorum. seni de öğrendim artık ama hâlâ şaşırtabiliyor, gülümsetebiliyorsun beni. “demek ki bitmemiş” diyorum “var hâlâ öğrenecek şeyler”. işte bu kötü! bitmeliydi şimdiye kadar. bitirmeliydim! gel gör ki, bu aynı sulardaki gibi durum sende de. biliyorum, tahmin de ediyorum genelde ama hoşuma gidiyor işte o yeni ayrıntı. dudağımın kenarında -sevdiğin cinsten- bir gülümseme oluyor. ve sen bunların hepsinin farkında gibi duruyorsun hep. o kadar çok izliyorsun ki beni böyle düşündürüyorsun… belki de hiç farkında değilsin… ama fırsat buldukça yaptığın küçük tahliller doğru çıkıyor genelde. şaşırıyorum… “herkese mi böyle?” diye düşünüyorum… kafamın içinde bir sürü soru işareti… öyle dikkatlisin ki onları göreceğini sanıyorum bazen, ürküyorum. ürküyorum evet, hep tedirginim. tanıştığımız ilk andan beri. karşılaştığımız -o masada hani- ilk gün bile başka bir şey var demiştim. elinde sigara alaycı gülüşlerini anımsıyorum… bir de tabi yakın durmak için alçaktan aldığın sesin… inandığın şeyleri bağıra bağıra söylerken insanları inandırmak için yanına çağıran bir ses… denizin yeşili güzel, esinti bir hoş, saçlarım uçuşuyor… sen belki de kızgın güneş altındasın…


    ***

    bunca zaman... yaşanan onca şey… buna rağmen her şeyin bu kadar taze kalması…

    daha neler… bir anlık bir şey işte… böyle melodramlar filmlerde falan olur ancak! üstelik kötü senaryolardır genelde… sen böyle bir insan değilsin, saçmalama…

    güzel, samimi duygulardı gerçi. içim ısınırdı konuştukça. yüzüm gülerdi…


    ***


    kızgınım sana! beni durup durup böyle altüst etmeye ne hakkın var? gerçi bu seninle ilgili değil aslında. asıl önemli olan benim neden senin her hareketini bu kadar önemsiyor oluşum! hiçbir şeyim değilsin ki benim! hiçbir zaman olmadın! arkadaşım bile değilsin… sevmiyorum da seni, âşık falan da değilim. deli gibi arzulamıyorum da… neden bilmiyorum, bir şekilde iyi geliyorsun işte bana. yanında iyi hissediyorum, rahat hissediyorum ve çok güzel hissediyorum… çünkü öyle bakıyorsun bana; “çok güzelsin” diyorsun bakarken, “çok istiyorum seni” diyorsun bazen, “çok özlüyorum”, “hep böyle yanımda olsan keşke” diyorsun… sürekli konuşuyor gözlerin. belki de ben yüklüyorum bu anlamları, belki bir yanılsama yalnızca. belki senin tek dediğin… evet, geçiyor bunlar da aklımdan ama tamamlamak istemiyorum böyle cümleleri…

    hâlbuki biz seninle güzeldik!
  6. hayata giriş

    burada yazılanlar hayatımızdan alınan parça hikayelerdir. bizler 20 yaşında tek bedeni yaşayan 3 arkadaşız. hepimizin fikirleri farklı olsada ortak çözümlerle hareket ederiz. aramızda tartışma çıksada bunu dışarı yansıtmayız. aslında bizler böyle mutluyuz. dışardan bizi tek bir beden olarak görsenizde, biz aslında 3 kişinin ruhuna sahibiz. sizlerin arkadaşlarınızla paylaştıklarınızı biz içimizde yani kendi aramızda paylaşıyoruz. bu hikayeyi yazmamızda ki amaç ise azıcıkta olsa bizleri tanımanız ve hayatımızı anlayabilmeniz. yada anlamayın pekde umrumuzda değil açıkcası. ama şunu iyi bilin ki sizleri bir tek bizim gibi farklı bakış açısına sahip insanlar anlayabilir. ailenizle, arkadaşlarınızla, bedeninizle yaşadıklarınızı hiçkimseye anlatamadığınız zamanlar bizler geliriz. sizleri dinleriz ve fikirler veririz.
    bundan 4 yıl önce birbirimizle tanıştık. yalnızlığın en dibinde vakit geçirirken karşılaştık. başta ürperdik, korktuk birbirimizden. ama sonunda anlaştık birbirimizle, dışlamadık birbirimizi. ve tam 4 koca sene dostluk ettik. iyisiyle kötüsüyle fikirler paylaştık. ''nasıl olabilir ?'' tarzı sorularınızı duyar gibiyim ama oluyo, hiç beklemediğiniz bir anda bedeninizde ve aklınızda sizin gibi düşünmeyen farklı fikirlerin olduğunu fark ediyorsunuz. başta onları apsorbe etmeye çalışıyorsunuz ve ilk zamanlar bunu başarıyorsunuzda. o aklınızdakiler belli bir süre susuyorlar ve sessizliğe bürünüyorlar. ama hayatınızın en can alıcı noktalarında yani insanın hayat ipinin ayrıldığı zamanda tekrar konuşmaya başlıyorlar. fikirlerini söylüyorlar, düşüncelerini dile getiriyorlar yani benliklerini ifade ediyorlar. biz burdayız bize kulak ver diye haykırıyorlar. bunlara dayanamayıp teslim olduğunuzda ise onlarla artık bedeninizi paylaşmış oluyorsunuz. ilk zamanlar içinizdekiyle konuşmak çok garip gelsede zamanla buna alışıyorsunuz. onların fikirlerini dinliyorsunuz ve hayata daha farklı açıdan bakıyorsunuz. yalnızlığınızı ve en özel anılarınızı onlarla paylaşıyorsunuz. aslında böyle söyleyince çok garip gelsede kendi dostlarınızı yaratmış oluyorsunuz. sadece fikirleri ve düşünceleri sizinkilerden farklı olan, sizleri hiç bırakmayacak olan dostlar..
  7. zifiri karanlık yerini güneşe teslim etmek üzereydi. tan vakti pakizelerin damındaki horoz, göğsünü ringe çıkan boks güreşçileri gibi kabarttıkça kabartıp kanatlarını açarak, o cılız sesiyle buraların ağasıyım cinsinden ötüşü uykudan uyanmasına yetmişti. karyolanın gıcırtısından kalkmış çeşmenin kurnasını çevirip yüzünü soğuk suya vurup gözleri faltaşı gibi açılmıştı. potinleri geçirip birden sendeleyerek gocuğunu giymek üzereyken bir cigara yakmıştı;

    - memedim sabah sabah içme şu mereti

    - tamam ana. var git yat sen!

    - eyi memedim eyi ! ama içme be oğul

    - anaaa! işe geç kaldım zati

    - akşama ne yemek istersin ?

    - mercimek, kuru fasle

    - tamam yiğidim, rastgele

    esefle başını sallayarak içi karalar bağlarcasına bitkin halde kapının eşiğinden bakıyor bir yandan da iç çekiyordu. yavru bebeler gibi hiç kıyamıyor, bir dediğini iki etmiyordu. bir everemediğine yanan anası birde şu cigaraya kendini kaptırmasına emzik gibi ağzından eksik etmemesine yanıyordu ciğeri.

    sonbaharın son aylarında ayaz kendini oldukça göstermiş, çıplak deriyi yalayan keskin bıçak gibi iliklere işler olmuştu. aralıksız süren yağmurlar toprağı bataklık haline getirmişti. avludan çıkıp tahta kapıdan geçerek avlunun önündeki çukura su dolmasına sinirlenip bir de küfür basmıştı. mahalleye çıktığında belli belirsiz bir kalabalık görmüştü. yüzünü birden buruşturmuş ayaza karşı derin bir duman daha çekmişti. kimisi taraçalara kimisi camlara üşüşmüş kalabalığın içinde, mahallenin ileri gelen kodoşları, fısır fısır belli bir grup oluşturmuş konuşuyorlardı. elinde tespihi sallayan memed’e gözler dikilmiş, külhanbeyi yürüşüne bayılan kızlar birbirini çimdikleyerek kıkır kıkır gülüşmekten kendilerini alamamışlardı. memed yan gözle gülüşmelerin geldiği yöne fırlattığı bir bakış kızların dudak ısırmasına yetmişti.

    hal’e doğru eğimli sokağı ağır ağır ilerleyen memed, her gecekondu köşelerindeki fısıltıların nedenini merak etmeye başlamıştı. fakat memed’i gören ahalinin ağzı torba gibi büzülüp kapanıyordu. evvelden topaç oynadıkları çınarın yanından geçerken ifrit olduğu zabit hasanı gördü. göz göze geldiler. zabit elinde cop’unu avucunda kavrayarak fiyakasını gösteriyor, memed ise gözlerine ve elindeki cop’a bakarak yere tükürmüş, parmaklarında raks ettirdiği ışıl ışıl kemik tespihi sallamıştı. iki üç adım ötedeki kıraathaneye gelip bir çay istemiş masaya kurulup bacağını çelmişti. yan masadan oturanlardan afaracı hüsam’ın sabahki horoza benzeyen ince tiz sesine kulak kesmişti.

    - böyle olaca belliydi zahar

    - ne olmuş? ne olmuş?

    - köpoğlu avradıyla kavga edip dışarı salmış kendini

    - sonraaa ?

    dedi yanındaki meraklı gözlerle afaracıya. afaracı da durumun vahametinden dolayı şaşalı anlatırken yan masadan muhtar araya girerek;

    - n'olmuş bre kızancıklar

    - dışarı çıkıp bi cigara yakmış ibraam, sonra lüküs bir araba durmuş yanında

    - geçenlerde eve giderken bende gördüydüm.

    - hafiye kılıklı iki adam

    - sonra?

    - sonra ibram’ın sıkmışlar topuklara

    - vaaah vaah! yetim kaldı yavrucaklar

    - sormayın ağalar !



    çaycı tavşan kanı çayı getirdiğinde tespihini bileğine geçiren memed ‘’ eyvallah ‘’ diyerek durumu anlamaya çalışıp yetim kalmış çocuklarını düşünerek esefle başını sallamış ve iç çekmişti. varoş mahallenin dar sokaklarında komşuların ve köy eşrafının fısıltılarını şimdi daha iyi anlamıştı. mahallenin eski sonradan olma külhanbeyi aklına gelmiş ve başıyla onun olduğu kanaatine varmıştı. bu duruma epey canı sıkılmış ve memed’e köy ahalisinin bakışları şimdi daha da bir anlam kazanmıştı.

    çayından bir yudum daha alırken ;

    - candarmalar tevkif için köşe bucak arıyolarmış

    - bulsunlar tabi deyyusu

    - kodese tıksınlarda zatürreden gebere itin dübürü

    - sokağa da çıkamaz olduk

    - öyle ya, ben bile korkar oldum zahar



    çayından son yudumu alan memed masaya yumruğunu sertçe vurdu. ortalık birden sessizleşmiş pür dikkat herkesin gözleri kapıya yönelmiş, kasvetli bakışlarıyla sokağa yıldırım gibi fırlamıştı. daha dün gece birlikte olduğu, eski çocukluk arkadaşının ve ardında bıraktığı yetim çocukların acısı içine oturmuş, esefle alamana’ya doğru ağır adımlarla ilerlemişti. motoru çalıştırıp dümene geçmiş kasabadan epey uzaklaşmıştı. bir cigara daha yakmak isterken cebinde aradığı kibrit yerine bir not bulmuştu.

    kağıtta şunlar yazıyordu;



    ‘’ dostum dava arkadaşım bugün var yarın yokum. olurda bana bir şey olursa yetimler sana emanettir. rüstem’i bilirsin geçen gün aldığım borç parayı veremedim sıkıştırdı deyyuslar. sana da kötülük yapsınlar istemem sakın dellenip yanlış bir şey yapmayasın. zabit hasana da bahsettiydim umursamadıydı yavşak, candarmalara haber salarsın. hakkım sana helaldir bunuda böyle bilesin. ibraam. ‘’



    memed derin bir nefes çekmiş gözleri dolmuştu. hava epey bozmuş fakat içinde bir sızı bir soğukluk hissetmiş dümeni kasabaya çevirmişti. kalan son cigarasını derin derin içine çekmiş, derin sulara dalıp dalıp gitmişti…
    sdrex
  8. uyandı. yattığı yerde sırtı tutulmuştu. biraz dolaşmak için ayrılmıştı ailesinin yanından. güzel bir gölge bulunca birkaç dakika kestirmek istemişti ama güneş neredeyse gökyüzünden gitmek üzereydi. yüzünü acıyla ekşiterek kalktı yerinden. yukarı baktı zamanı anlamak için. kıpkırmızı olan gökyüzünü görünce üzüldü. "ailemin yanına dönmem gerek" diye düşündü. hafif aceleyle yürümeye başladı. yerdeki dikenlere basmamaya dikkat ederek temkinli adımlarla yürüdü. kayalıklara gelince biraz daha rahat yürümeye başladı. kayaların üzeri pek sivri değildi. olsa da dikenler kadar sürpriz olmuyorlardı. kayaların üzerinde bir süre yürüdükten sonra durdu. arkasını döndü ve uçsuz bucaksız ormanın üzerine çöken kızıl bulutlara baktı. yemek pişirirken kullandığı ateş geldi aklına. koca ormanı sarsa heralde böyle gözükürdü dedi. ürperdi bir an. nefesini tuttu. yavaşça yere çöküp oturdu. dizlerini karnına çekip öylece durdu. gözlerini manzaradan alamıyordu. aklından geçenlerden kurtulamıyordu. "bütün bunlar yansa" diyordu "neler olur". kaçışan hayvanları, uçuşan kuşları düşündü. kendilerine yeni bir ev bulabilmek için çaresizce, arkalarına bakmadan kaçtıklarını. bir an aklına daha fenası geldi. ateş sadece kendilerinde vardı. bu yüzden bunu yapsa yapsa kendileri yapabilirdi. çocuklarının, torunlarının bunu yaptığını düşündü. göz bebekleri büyüdü birden. az önceki acısı şimdikinin yanında hiçbir şeydi. alnından bir damla ter indi yüzüne. sanki o ateşi hissediyordu. böyle bir ihtimali düşünmek bile istemiyordu. ama aklına daha fenaları hücum ediyordu. bütün bunları yaparken mutlu olduklarını, kahkahalar attıklarını hayal etti. suratlarındaki nefreti düşündü. buna engel olmaya çalışanları düşündü. ve diğerlerinin bu nefretle onlara saldırdığını. hatta... hatta öldürdüğünü. iyi olanların güçsüz olduğu için öldüğünü, kötülerin nefret dolu kahkaha attıklarını hayal etti. bütün bunları aklından çıkartmaya çalıştıkça daha da fazlasıyla mücadele ediyordu. ağlayan bebekleri, ölen anneleri, esir edilen babaları... bunu engellemenin yolu var mı diye düşündü. öylece oturduğu yerde saatlerce düşündü. gökyüzü simsiyah oldu, önünü zor görür oldu ama yerinden kalkmadı. aklına gelen manzarayı unutamıyordu. engel olmak için aklına gelen hiçbir şey yoktu. umutsuzca oturduğu yerden kalktı. gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle sildi. ne kadar aciz olduğunu düşündü. torunlarının yapacağı şeyler onu kahretmişti. hiçbir zaman olmamalarını diledi. elinden gelen buydu. tek yapabileceği çocuklarını iyi eğitmek olabilirdi. fakat çoktan biri diğerini öldürmüştü. kötülük tohumunun çoktan ekildiğini, geri dönüşü olmayacağını fark etti. sessizce ailesinin yanına döndü. ne orman yanıyor ne havyanlar kaçışıyor ne de bebekler ağlıyordu. şimdilik. şimdilik bununla avundu.
    jimi
  9. heyhat

    her akşam masallar anlatırdı
    sağır ve dilsiz çocuğuna.
    mnb
  10. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayedir anlatılacak olan.
    zamanın hatra gelmediği bir yörüngede gezinilirken başıboş, yaşanılan zeminde yine birtakım otlar vardı kimi ayaklarla yer yer ezilmiş.
    ileride belirecek bir keops'tan daha kompleks apartmanlar henüz müstakbeldi, inşaat müteahhitliği diye bir meslek icat olunmamıştı.
    ileride unutulacak ve sonradan hatırlanılıp unutulduğu hatırlanmayacak olan bir içsel toprak yumurtlangacı peydahlanıyordu sık sık büyük gelişmiş adamlar tarafından. içsel toprak yumurtlangacı ismini bilgeler had safhada aptalca buldu ve değişime uğraması istenildi kanun vasıtasıyla.
    kanun, bilgelerin baktığı yöne getirtildi bilgelere ait eller ile. buna ileride bir ihtimal ilkesel vahiy çıkarımlaması denilecekti. kanun tüm bilgelere sırasıyla aynı şeyi söyledi.
    bilgeler birbirlerine farklı şeyler söyleyeduracaktı. kanunu bertaraf etmeden usulca bakmadıkları yöne kondurdular. bu oldukça kafa karıştırıcı bilge konseyi uğraşımını büyük gelişmiş adamların kafası almıyordu. bu yüzden bilge olanlar ve bilge olmayanlar vardır ya, bu yüzden bilgeler ile büyük gelişmiş adamlar aynı şeyi yemeyeceklerdir.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesinde biraz daha gezindi.
    ...
    gezinti anlatıcısı, ilkesel vahiy çıkarımlamasında zorunlu nihai karara varılacak gündurağına denk geldi. buranın anlatımı başladı.
    havarisçi veled koşusunu büyük gelişmiş adamların yerleşkesine 1 havarisçi veled boyu kala sonlandırdı. ona bakanlara bağıracaktı: ''pata tes''
    yerleşkede bulunan büyük gelişmiş adamlar saçlarından bir avuç kırdı, havaya atacakken ''pata tes'' diye bağırdılar höykürme biçimiyle.
    havarisçi veled tazı edasıyla gerisin geriye konseye yuhalandı ''pata tes'' nidaları ile, yarım havarisçi veled boyu öteden bilgelere geveledi.

    yeri geldiğinde kanun biçiminde anlaşılınabilecek kitap'a bilgeler bu çıkarımlamayı ekledi. eğer bir kişi artık bir daha ''içsel toprak yumurtlangacı'' sesi çıkarırsa, yeri geldiğinde ona eziyet edilebilecektir büyük bir haklılıkla.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek