• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (10.00)
okuyucu - bernhard schlink
kırkı aşkın dile çevrilen ve sinemaya uyarlanan okuyucu, 20. yüzyıl alman edebiyatının en parlak romanlarından biri.
okuyucu, ikinci dünya savaşı ertesinde, on beşindeki lise öğrencisi michael berg ile otuz altı yaşındaki hanna schmitz arasındaki tutkulu aşk üzerine kurulu bir hikâye anlatıyor. hanna’nın aniden ortadan kaybolmasıyla kesintiye uğrayan bu birliktelik, ikilinin yıllar sonra bir mahkeme salonunda karşılaşmasıyla devam ediyor: hanna savaş sırasında bir kilisede tutulan bir grup yahudi’nin ölümüne sebep olmaktan yargılanmakta; hukuk eğitimi alan michael ise, sevdiği kadının böylesi korkunç bir suça karışıp karışmadığını anlamak üzere mahkemeyi izlemektedir... bernhard schlink okuyucu’da, sade ve dolaysız bir anlatımla suç, ahlâk, vicdan, utanç ve sır sarmalı etrafında örülen baş döndürücü ve gerilim dolu bir hikâye anlatıyor. ikinci dünya savaşı sonrası kuşağın nazi dönemiyle hesaplaşması ve anne babalarıyla uzlaşma arayışı üzerine güçlü bir yorum.

“okuyucu bizi... düşünmemeyi tercih ettiğimiz konular üzerine düşündürüyor.”
the new york review of books
  1. her şeyden önce kitap çok yoğun. bölümler ikişer üçer sayfadan oluşuyor ve her bölümde hayatın bir köşesinden tutan ibretlik tespitler var. bunlar o kadar güzel bir dille aktarılıyor ki o tespiti derinlemesine anlamamak mümkün değil. yazar üslup işini çözmüş. misal:

    "haftalar süren duruşmalar sırasında hiçbir şey hissetmedim, duygularım uyuşmuş gibiydi. bazen zorluyordum kendimi; hanna'yı, suçladığı şeyleri yaparken, becerebildiğim kadar canlandırmaya çalışıyordum. ensesine düşen saçların, omzundaki benin bana hatırlattıklarını düşünürken bile yapıyordum bunu. iğneyle uyuşturulmuş bir kolu cimdiklemek gibiydi. kol cimdiklendiğini anlamaz, el bilir cimdiklediğini ve beyin ilk anda bu ikisini birbirinden ayıramaz. beynin ayrıştırabilmesi için bir an geçer. belki öylesine sert sıkmıştır ki el, o nokta bir süre sararır. sonra kan yeniden hücum eder ve cimdiklenen yer eski rengine kavuşur. ama hislerin o noktaya döndüğünü göstermez bu."

    2. misal: "hanna'yı unutmuş değildim. ama bir süre sonra anısını her yanımda taşımaz oldum. geride kaldı, tıpkı trenle geçerken geride kalan bir kent gibi. kent hep orada, ardınızda bir yerlerdedir; isterseniz oraya dönebilir, varlığından emin olabilirsiniz. ama bunu neden yapasınız ki?"

    görüldüğü üzere yazarın çok sade, anlaşılır bir üslubu var. ama benim gördüğüm kadarıyla yazar sadece anlatırken değil anlarken de bu sadeliğe sahip. bir çin atasözü mü ne vardı tam hatırlamıyorum ama 'bulanık suda ne var göremezsin. suda ne olduğunu görmen için suyun durulmasını beklemen gerek.' minvalinde bir şeydi. yazarın kitabı bir otobiyografi olarak yaşadıklarından yıllar sonra yazması sanırım anlayışındaki bu sadeliği ve olgunluğu oluşturan şey. hayatın küçük karmaşıklıklarından büyüklerine doğru gidiyor kitap. pek çok soru soruyor ama kitabın en temel sorusu sanırım şu: "düşün ki, bir insan bilerek felakete sürüklüyor kendisini ve sen onu kurtarabilirsin - kurtarır mıydın? öyle bir ameliyat düşün ki, hasta narkozla bağdaşmayacak uyuşturucular kullanıyor, ama uyuşturucu kullanmaktan utandığı için, bunu anestezi uzmanına söylemiyor - onun yerine sen konuşur muydun anestezi uzmanıyla?" bu soruya karakterimizin filozof babasının verdiği yanıt da ayrı güzel.

    kitap aynı zamanda bir ikinci dünya savaşı romanı. savaşı değil savaştan sonrasını anlatan bir roman. fakat sadece hitler şeytandı, soykırım çok kötüydü demiyor. kuşkusuz böyleydi bu durum, buna bir şüphe yok. fakat mesele bununla bitmiyor. savaş sonrası almanların kuşak çatışmasının altında nasıl bir psikolojinin yattığını da, savaş döneminde insanların nasıl bir ruh haliyle suç işlediğini de anlatıyor. insanlar bu suçları düşünerek, taşınarak işlemiyor. çoğu zaman insanların üzerine düşünebilecekleri seçenekleri olmuyor, yada düşünecek fırsatları olmuyor, yada düşünerek doğrusuna ulaşacak kadar eğitimli, olgun olmuyorlar. düşünseler zaten bu suçları işlemezler demek ki bu insanları düşünmekten alıkoyan bir şeyler oluyor. 'kendi seçimleriyle' bu yola girseler bile. ve ss gibi belki şimdi ışid gibi pkk gibi örgütlere katılırken 'okuma yazma bilmemek' kadar kişisel, basit sebepler rol oynayabiliyor. (bunların hepsini kitaptan çıkarmak mümkün olmayabilir de biraz zorlamış da olabilirim)

    işte kısacık kitap bu kadar çok şeyi bu kadar güzel anlatıyor. kitap her şeyiyle on numara efendim. ben şahsen tek eksik yanının bölümlerin kısalığı olduğunu düşünüyorum. başlarda 'aa ne kadar güzel hızlı hızlı gider bu kitap' demiştim ama öyle olmadı. yirmi otuz sayfalık bölümler insanı bitirmeye teşvik ediyormuş onu anladım. neyse şu bölümü bitireyim deyip okumaya devam ediyormuşum. fakat bu kitap ikişer üçer sayfa bölümleri olması sebebiyle çok az bir şey okuyup kitabı bırakma fırsatı tanıyor. bu özgürlüğü zaten yavaş kitap okuyan bir insan olduğum için sonuna kadar kullandım ve biraz yavaş okudum. ama işte kitabın tek eksiği bu, buna da eksiklik denirse..

    son olarak kitabı iletişim yayınlarından cemal ener çevirisiyle okuduğumu söyleyeyim. alıntılar da bu yayındandır. zaten başka çevireni de görmedim.

mesaj gönder