1. zor şeymiş insanın geçmişini ayıklamaya çalışması. bunca şey attım, atıyorum da hâlâ ama bitmiyor. ne çok şey varmış unutmak istediğim. peki, bunların hepsinden uzaklaşınca bitecek mi? kurtulacak mıyım? rahatlayacak mıyım? her neyse… en azından gözümün önünde kalabalık edip sinirlerimi bozmayacaklar. hem atalarımızın dediğine göre gözden uzak olanın unutulması kolay olurmuş… neyse ki unutmak gibi müthiş bir meziyetimiz var insanoğlu olarak! ve iyi ki şu hiçbir şeyi unutamayan hafızalardan birine sahip değilim. atlatabilirim biliyorum… ben neleri unutmuş kadınım…

    işte unuttuğum bir kutu daha mesela.

    mektuplar mı?

    ben yazmışım.

    göndermemişim…


    ***

    … temmuz

    dalgalar vuruyor kıyıya. kaçışan insanlar, çığlık çığlığa sevinen çocuklar… şimdi sen olsan gözlerinin içi parlayarak, için için, içten içten gülerek bakardın onlara, dalgalardan kaçan telaşlarıyla alay edercesine… el ele yürüyen insanlar geçiyor önümden, dalgalara aldırmıyor gibi görünerek. ama üzerlerine sıçrasa sular birbirlerine sarılıp kaçacak, kendilerine küçük sevinçler yaratacaklar. biz de yürüdük seninle el ele, deniz kıyısında değildi, ağaçlı bir yoldu. ama biz sahip çıkamadık o ellere… çıkamazdık! çünkü bizim ellerimiz sevgiyle, aşkla, umutla birleşmemişti. birleşemedi! yanlış yer, yanlış zaman falan filan… şimdi sen olsan yine öyküler anlatırdın bana, hiç yaşanmayacak… ben senin anlattıklarından çok sesini dinlerdim, beni alıp götüren… bir şey var sesinde, tarif edemiyorum. hâlbuki her şeye bir kılıf uydurmakta üstüme yoktur. senin sesin bir şey gibi… deniz gibi mesela, gerçekten duymak için dikkat kesilmen gerekir. eğilmen, yakınlaşman… (bence insanlara yakınlaşmak için böyle alçaktan sesin.) ya da bulut gibi, evet bir yağmur bulutu. bir yandan yumuşacık, bir yandan yüklü… bilmiyorum bir şey gibi işte…

    gemiler geçiyor boğaz’dan, vapurlar, feribotlar, balıkçı tekneleri… benim de olsa bir teknem, açılsam… senden de ondan da uzağa… her gün içimi acıtıyorum… her gün pişman oluyorum… senden uzakta duramamamı sağlayan senin sesin…


    ***

    unutmak gibi bir meziyetimiz var, evet ama hatırlamak gibi bir zaafımız da var, ne yazık! nereden çıktı şimdi bunlar? atsana bakmadan, ne vardı okuyacak? insan zihni ne garip… nasıl da ötelere, ücra köşelere atıyoruz istediğimiz zaman… nasıl da sökün ediveriyorlar ilk fırsatta… nasıl da önüne geçemiyoruz bu geçmişe dalıp gitmelerin…


    ***

    … eylül

    aşk değil bu, sevgi, bağlılık, tutku… hiçbiri değil bunların. yine yalnızım vapurda, yine aklıma sen geldin. şimdi birlikte olsak daha bir mavi olacaktı deniz, insanlar daha gülümsetici. hâlbuki şimdi hemen hepsinin yüzü asık. haliyle benim de… içten içe onlar hakkında hikâyeler uydurup gülümsemem rahatsız ederdi şimdi onları. yine de hepsine bir hikâye yazabilirim. mesela karşımda oturan kız. elinde bir tabla var, resim çizmek için. sarışın, mavi gözlü, bebek gibi bir kız… öyle de masum duruyor ki bu haliyle… beni süzüyor sürekli, ne yazıyor ki bu kız dercesine… yanımdaki adam da okumaya çalışıyor yazdıklarımı.

    ama ben önlemimi aldım çoktan… kız yetenek sınavına girecek, belli. yüzünde neyle karşılaşacağını bilmemenin gerginliği ve saire… ama onun hikâyesini kendine bırakıyorum.


    ***

    herkesin hikâyesini kendine bırakıp çekip gittim sonunda. ne oldu? onlar da yine çıkıp geldiler işte! hâlbuki arkada bırakmayı öğreniyordum, beceriyordum yavaş yavaş… ah, nasıl özlüyorum her gün baktığım denizi, her gün bindiğim vapurları…

    ne güzeldir vapurlar… ne güzeldi… bakıp bakıp dalmalar, susmalar… söyleyeceklerinin etrafından dolaşmalar… her söze bambaşka anlamlar yüklemeler… gizlemeler…


    ***

    … ekim

    böyle içimi görüyor gibi bakmasaydın bu kadar korkmazdım seninle olmaktan belki de… tabii tüm cazibeni kaybedebilirdin öyle olsaydı. derin derin, sıcak sıcak bakıyorsun ya… en ufak bir mimiğimi bile kaçırmıyorsun hani. yüzüne hemen o “işte bu” bakışı yerleşiyor. işte o kıvrım diyorsun, işte o gülümseme, işte o aynı umursamaz eda… o anlarda -şairin dediği gibi- bir tek bizim bakışlarımız sarmaş dolaş oluyor. ve ben öyle çok korkuyorum ki böyle zamanlarda… bizden yayılan o “elektriği” başkaları da görüyor mu diye de merak ediyorum bir yandan…


    ***

    tamam, kapat işte, okuma kalanını… ne faydası var sanki? bunları yazıp durmanın da bir faydası olmamıştı. kendi kendine yazdın durdun, kendin okudun sade… şimdi buna da gerek yok artık, geçti… bitti… bitsin artık…


    ***

    … ekim

    devasa bir gemiye yol vermek için biraz eğlendi bizim vapur yine. ben de yine bakakaldım o koca kütlenin arkasından. bunun gibi nicelerini taşıyor bu deniz! vay be! ben de olsam o bilmediğim sulara doğru giden bir gemide… gerçi alışkın olunan sularda gitmek de güzel. bu suların her saatini bilmek. her anının ayrı ayrı güzelliklerini fark etmek… ama ne yapayım bilmediğim sular, bilmediğim hayatlar çekiyor beni… bildiklerimi seviyorum ama bilmediklerimi arzuluyorum. seni de öğrendim artık ama hâlâ şaşırtabiliyor, gülümsetebiliyorsun beni. “demek ki bitmemiş” diyorum “var hâlâ öğrenecek şeyler”. işte bu kötü! bitmeliydi şimdiye kadar. bitirmeliydim! gel gör ki, bu aynı sulardaki gibi durum sende de. biliyorum, tahmin de ediyorum genelde ama hoşuma gidiyor işte o yeni ayrıntı. dudağımın kenarında -sevdiğin cinsten- bir gülümseme oluyor. ve sen bunların hepsinin farkında gibi duruyorsun hep. o kadar çok izliyorsun ki beni böyle düşündürüyorsun… belki de hiç farkında değilsin… ama fırsat buldukça yaptığın küçük tahliller doğru çıkıyor genelde. şaşırıyorum… “herkese mi böyle?” diye düşünüyorum… kafamın içinde bir sürü soru işareti… öyle dikkatlisin ki onları göreceğini sanıyorum bazen, ürküyorum. ürküyorum evet, hep tedirginim. tanıştığımız ilk andan beri. karşılaştığımız -o masada hani- ilk gün bile başka bir şey var demiştim. elinde sigara alaycı gülüşlerini anımsıyorum… bir de tabi yakın durmak için alçaktan aldığın sesin… inandığın şeyleri bağıra bağıra söylerken insanları inandırmak için yanına çağıran bir ses… denizin yeşili güzel, esinti bir hoş, saçlarım uçuşuyor… sen belki de kızgın güneş altındasın…


    ***

    bunca zaman... yaşanan onca şey… buna rağmen her şeyin bu kadar taze kalması…

    daha neler… bir anlık bir şey işte… böyle melodramlar filmlerde falan olur ancak! üstelik kötü senaryolardır genelde… sen böyle bir insan değilsin, saçmalama…

    güzel, samimi duygulardı gerçi. içim ısınırdı konuştukça. yüzüm gülerdi…


    ***


    kızgınım sana! beni durup durup böyle altüst etmeye ne hakkın var? gerçi bu seninle ilgili değil aslında. asıl önemli olan benim neden senin her hareketini bu kadar önemsiyor oluşum! hiçbir şeyim değilsin ki benim! hiçbir zaman olmadın! arkadaşım bile değilsin… sevmiyorum da seni, âşık falan da değilim. deli gibi arzulamıyorum da… neden bilmiyorum, bir şekilde iyi geliyorsun işte bana. yanında iyi hissediyorum, rahat hissediyorum ve çok güzel hissediyorum… çünkü öyle bakıyorsun bana; “çok güzelsin” diyorsun bakarken, “çok istiyorum seni” diyorsun bazen, “çok özlüyorum”, “hep böyle yanımda olsan keşke” diyorsun… sürekli konuşuyor gözlerin. belki de ben yüklüyorum bu anlamları, belki bir yanılsama yalnızca. belki senin tek dediğin… evet, geçiyor bunlar da aklımdan ama tamamlamak istemiyorum böyle cümleleri…

    hâlbuki biz seninle güzeldik!

mesaj gönder