1. oku bakalım yazıyorum.

    dizeler artık yetmiyor anlatmaya derdimi. benim derdim çok daha başka. kelimelere dökülmesi günah, bestelenmesi yasadışı. o yüzden size derdimi değil, derdimi nasıl anlatamadığımı anlatmaya geldim. çok sürmeden giderim. ne sizin canınız sıkılır ne de ben derdimi anlatırım. hepsi bu. süslü cümleleri sevsem de bu öyle süslü cümlelerle güzelleştirilemeyecek kadar büyük bir acı. özlüyorum desem yetmiyor. alışkanlık hiç olmadı. durağanlaşmadık hiç. birbirini büyürken seven iki insan bir olur da nasıl durağanlaşır hayat?

    baştan başlayayım en iyisi. muhtemelen onu ilk fark ettiğimde hava soğuk olmalıydı. tahmini kışa denk geliyor. ankara’da kışlar asla sıcak olmaz. muhtemelen ya dersteydik ya da fakültenin önünde sigara içiyorduk. ben yalnız, o kalabalık; sonradan öğrendiğime göre o benden yalnız kafam onun etrafından daha kalabalık. belki aynı anda sigaralarımızı yakmıştık, belki aynı şeyi düşünüyorduk bir şekilde... bunu bilemiyorum. hatırlamıyorum da zaten o günleri çok fazla. ben o günlere bulanıklık demek istiyorum izninizle. tamam gülmeyin, okumadığınızı ben de gayet biliyorum. duvardaşlarım, içsel envanterimin sessiz dinlemeyicileri.

    bulanıklık günlerinde taşların arasından tüm çıplaklığıyla zarif bir ağaç yükseliyordu. beyaz körlüğü gibi saramago’nun, bu da beyaz bulanıklığımdı benim. karlar altında anımsanamayan geçmişe ne dersiniz? onu ilk hatırladığım gün bir kampüsün içindeki bir kafede çok da tanımadığım bir kıza sosyoloji ödevinde yardım ediyordum. neden mi belirttim sosyoloji olduğunu? oraya da geleceğim. biraz sabır lütfen, çok sürmeden giderim zaten. o gün de bulanıklığın diğer günlerinde olduğu gibi yine salyangoz yavaşlığında geçiyordu. oysa bulanıklığın günü çok yavaş geçmesine rağmen, günleri bir o kadar hızlı geçiyordu. bir arkadaşımın -ki çok fazlasına sahip değilimdir- metaforuyla ders çalıştığım kadına, “o da kitap okuyor değil mi?” diye sorduğumu hatırlıyorum. aynı zamanda bulanıklığımın da sebebi olan kitap okuduğunu öğrendiğimde gülümsemiştim. selamlaştık, aynı masada bir süre oturduk ve ben o sıralar çok kalabalık olan evime doğru yol aldım soğuğunda ankara’nın.

    gözlüğü, yüksek bel pantolonu ve enerjisiyle aklımda kalmıştı her nasılsa. sonra yanlış hatırlamıyorsam uzunca bir süre iletişime girmedik, iran büyükelçisi bilmemne’nin geldiği o gün hariç. küçücük elleri, küçücük kırmızı bilgisayarında çılgın atıyordu o konferansta. tam önüme oturmuştu ya da ben onun tam arkasına, dedim ya hatırlamıyorum. o salonda bana verdiği selam, unutmadığım nadir şeyler arasında. çok etkilenmiştim o’ndan. sıradan bir insan değildi, çok renkli ve yaratıcı bir hayalgücünden fırlayıp kendine bir kişilik şekillendirmişti adeta. o gün kampüsten kızılay’a geçip “kitap” metaforunun sahibi arkadaşımla çalıştığı yerde biraz sohbet etmiştim. o’ndan bahsetmedim belki ama bahsetmeyi istediğimi anımsıyorum. belki akşam don kişot’un balkonunda kitap okurken bahsetmişimdir, bulanık dinlemeyicilerim, bulanık...

    bulanıklık günlerinden söz etmek isterim biraz da size. hiçbir şey yaşamamaya yemin etmiş gibiydim. sabah kalkıp kitap okuyup okula gidiyordum, öğleden sonra eve gelip kitap okuyordum, akşam kızılay’a gidip kitap metaforunun sahibi arkadaşımla görüşüyordum, bazen onunla beraber eve dönüp kitap okuyor ve uyuyordum. kitap okurken sürekli hayaller kuruyordum. hayallerime öylesine kaptırmıştım ki kendimi yanımda olsaydınız gerçekten onları o an yaşıyor olduğumu düşünürdünüz. sizi bir anda rengarenk bir dünyaya alıp hemen saniyesinde griliklerin içine gömebilirdim. belki de bu yüzdendir bulanıklık. zaman zaman o günlerde, insanlığı bir disko topu altında birleştirme hayalimden dolayı evimizin çok kalabalık olduğu zamanlar olsa da ekeseriyetle sakin ve sessiz bir evdi. her nasılsa bu denli umursamaz bir yaşam tarzı içinde temiz ve düzenli kalmayı başarmıştık. yine de bazen bulaşıkların aşırı biriktiği zamanlar olmuyor değildi.

    hafif dünyam, ağırlıksızlaşmaya başlamıştı. bir kahve, bir şarap, bir kitap, sigara ve sigara... bundan ibaret hayatımı metronun bulanıklığı içinde döndürüyordum. kırmızı en sevdiğim renk, yeşil hayatımın merkezi olmuştu. dönüp duruyordum “gümüşi bir çemberin üstünde”. kapılar açılıyordu, kapılar çarpılıyordu ve yeniden gürültüler doluyordu. işte bu kadar. kulaklığımı takıp gözlerimi kapattığımda dünya bambaşka bir hale bürünüyordu. net olan hiçbir şey kalmamıştı. al sana “beyaz adamın yükü” dinleyemeyicilerim.

    bir gün o’na mesaj attım. namaste! dedim ona. bir zamanlar bir kitap sayfasının bana söylettiği gibi yok oluşlarımı müjdeleyen kulağıma gelenlerden olmuştu. kitaplardan bahsettik biraz. mersin’de, büyüdüğüm yerde çok ucuza kitap bulunabildiğinden bahsetmiştik. şirin sarı bulutlardan, nasıl şirin pembe bulut olamadıklarından konuştuğumuzu anımsıyorum. bir başkasıyla sanki o’nunla konuşurmuşçasına konuşmuştum saatlerce. bir başkası da iyi biriymiş, saatlerce konuşmuştu benimle. delirdiğimi düşünüyorduk arkadaşlarla ki dünyam karanlık bir gölgeye gömüldü. dedim ki vardır bir anlamı. varmış bir anlamı dinlemeyen dinleyicilerim, dinleyemeyecilerim, dinleyemeyesicelerim, dinleyemezolasıcalarım. giderek koyulaşan bu gölgeye o’nun adını verdim. çünkü her gölgenin kaynağı bir ışık, her bir koyu tonunun anlamı en nazikçe haliyle daha güçlü bir ışıktır. bunu herkes bilir.

    beni çizdi. gözlerim kitap, başım kitaplara dayalı. hiç bu kadar güzel görünmemiştim. bir ekstazinin bir zamanlar bana söylediği gibi, belki de beni sonsuz uykumdan uyandıracaktı.

    ben buraya devam edeceğim.

mesaj gönder