1. "dünya’nın eksen eğikliği kadar eğilsem sana,

    yine dönmezsin etrafımda bilirim.

    senin ateşin bana,

    karanlığın bana,

    tutulman o’na.

    bilirim."
    irfan kurudirek
  2. iki kere ikinin beş ettiği yeri yanlış yerde arıyorlar. matematikten mucize beklenir mi hiç? oysa kafalarını çevirip aşka bir baksalar neler beş ediyor onlar bile şaşırırlar.

    parmağımı boğazıma bastırıp kusuyorum durduk yere. boşuna yapmıyorum bunu içimden atmam gereken şeyler var biliyorum ve bunları atmak için her yolu deniyorum. gözyaşına binmezlermiş, biraz şımarık büyüttüm onları. e şarkılara da sarılıp gitmiyorlar. başka kokular, başka tenler diyorum üzerime gülüyorlar yahu! ne yapayım diye düşünmekten uyku uyuyamaz oldum. ah bir görsem şunları giderken; soğuk bir bardak su içeceğim. şerefe!

    birileri bir yerde sesimi duyarsa eğer bil ki kendimi çağırıyorumdur. yapayalnız kaldım son zamanlarda yine kendimle dertleşiyorum. anlayacağın yine aynalar, yine sahte gülüşler, yine keder. yatağa tek parça olarak girdiğim geceler parmakla sayılır ama beş eder mi bilmem. kalabalığa karıştığım sabahlarda elinde buğulanmış poşetlerle yürüyen memurlar görüyorum. bir de akşamdan kalma öğrencileri görüyorum. onlar tebessüm ettiriyorlar saolsunlar. ama o soğukta elleri şekil değişmiş çocuklar seni hatırlatıyor, içimi sızlatıyor, düşlerimi karartıyorlar. sana yapamadığımı yapıyorum, başlarını okşayıp geçiyorum.

    tamam, tamam biliyorum. ben seni ilk düşlediğim yerde gördüğüm kaplumbağayı zıplatmaya çalışıyorum. üstelik yardım beklediğim bir şey veya bir kimse de yok. hayır, boşuna değil. değil!

    parmağımı şaklattığımda kaplumbağa zıplamıyor ama sen aklıma geliyorsun. biliyorum senin aklına hiçbir şey gelmiyor ve yine biliyorum ki o “hiçbir şey” benim.

    ben gidiyorum
    midem bulanıyor.
  3. artık demir almak günü gelmişse zamandan,
    meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

    hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
    sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

    rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
    günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

    biçare gönüller. ne giden son gemidir bu.
    hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

    dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
    bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

    bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
    bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden

    yahya kemal beyatlı
  4. evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
    hani kurşun sıksan geçmez geceden,
    anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık...
    ve zehir-zıkkım cigaram.
    gene bir cehennem var yastığımda,
    gel artık...
  5. "bir cumartesi öğleden sonrası gibi sevmeli
    evde olmanın ve olacak olmanın huzuru gibi
    pazar günü nankördür biraz sanki

    serin bir yaz akşamı gibi olmalı
    her yer olanca güzelliğiyle karşındayken
    hafiften de bir rüzgar eser ki sorma

    bir şarkı gibi söylemeli ismini
    duyanlar bir daha duymak istemeli
    tekrar tekrar kalabalıklara haykırmalı
    bazen de evde tek başına
    sessizce kendi kendine
    en tatlısı da o

    yanında olmadan tutabilmeliyim elini
    avcumun içinde hissedersem sıcaklığını
    ne saatler önemli ne yıllar
    ne de şu yürümeyle bitmeyen kilometreler

    uzak tutmalıyım senden her şeyi
    üşürsen eğer bir gece vakti yürürken
    aklına beni getir sadece o yeter
    sarıldığımı düşün sana o küçücük omuzlarından
    bir daha hiç sana soğuk değdirtmeyecek gibi

    koklamalıyım o güzel kokunu
    saçlarını düşünmeliyim en güzel çiçeklerde
    ufak bir mendile sarıp versen bir tutamını
    çok mu şey istiyorum bilmiyorum
    heyecanlanıp unutmaktan korkuyorum hepsi bu

    yaşamalıyım o gözlerini
    anlatmaya çalışırım ama birkaç dille belki
    görmek yeterli değil anlamak için
    diğerleri gibi değil pek
    tek amaçları bunların mutlu etmek gibi"

    jimi
    jimi
  6. ey saçları “alagarson” kesik hanım kız!
    gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!

    bacağımla alay etme pek topal diye.
    bir sorsana o topallık bana nereden hediye ?

    sen şişli’de dans ederken her gece gündüz,
    biz ötede ne ovalar, çaylar, ne dümdüz

    yaylaları geçtik, karlı dağları aştık;
    siz salonda dans ederken bizler savaştık .

    ey dudağı kanım gibi kıpkırmızı kız,
    gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!

    olan işler dimağını azıcık yorsun!
    biliyorum elbisemle eğleniyorsun;

    biliyorum baldırını o kadar nazla
    örten bir tek ipek çorap kıymetçe fazla

    benim bütün elbisemden... hatta kendimden...
    biliyorum: çünkü bugün şu dünyada ben

    neyim? bir hiç... işe güce yaramaz topal...
    sen sağlamsın, senin hakkın, dünyadan zevk al:

    çünkü orda düşmanlarla boğuşurken biz
    siz muhteşem salonlarda şarap içtiniz!

    ey gözünün rengi bana yabancı güzel,
    her yolcunun uğradığı ey hancı güzel!

    sen yabancı kucaklarda yaşarken her gün
    yapıyorduk bizde kanla, barutla düğün.

    sen o sıcak odalarda cilveli, mahmur
    dolaşırken... biz de tipi, fırtına, yağmur,

    kar altında kanlar döktük, canlar yıprattık;
    aç yaşadık, susuz kaldık, taşlarda yattık.

    sen açılmış bir bahardın, biz kara kıştık;
    bizden üstün ordularla böyle çarpıştık...

    gülme öyle bana bakıp pek arsız arsız
    sen ey dışı güzel, fakat içi çamur kız!

    sana karşı haykıranı, mecbursun dinle;
    bugün hesap göreceğiz artık seninle:

    ben cephede geberirken, geride vatan
    aşkı ile bin belalı işe can atan

    anam, babam, karım, kızım, eziliyorken
    dağlar kadar yük altında... gel, cevap ver, sen

    bana anlat, anlat bana, siz ne yaptınız?
    köpek gibi oynaştınız, fuhşa taptınız!

    anavatan boğulurken kıpkızıl kanda
    yalnız gönül verdiniz siz zevke, cazbanda...

    ey nankör kız, ey fahişe unutma şunu:
    sizin için harp ederken yedim kurşunu.

    onun için topal kaldı böyle bacağım,
    onun için tütmez oldu artık ocağım.

    nazlı nazlı yatıyorken sen yataklarda
    sallanarak ölü kaldık biz bataklarda.

    kalbur oldu süngülerle çelik bağrımız,
    bu amansız boğuşmada öldü yarımız,

    ya siz nasıl yaşadınız? bizim kanımız
    size şarap oldu sanki... şehit canımız

    güya sizin mezenizdi! yiyip içtiniz;
    zıpladınız, kudurdunuz arsız, edepsiz!..

    gerçi salonlarda senin “yıldız”dı adın,
    hakikatte fahişesin ey alçak kadın!

    ey allıklı ve düzgünlü yosma bil şunu:
    bütün millet öğrenmiştir senin fuhşunu.

    omuzun da neden seni fuzuli çeksin?
    .........................................
    kinimizin şiddetiyle gebereceksin!..

    hüseyin nihal atsız - topal asker.
  7. hayatın en hüzünlü anı,
    mevsimine kapıldığın kişinin
    bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını
    anladığın andır…
    bırak, gitsin…
    bırak, git…
  8. gençlik bir kitaptı, okuduk bitti;
    canım bahar geçti çoktan, kış şimdi.
    hani sevincin, o cıvıl cıvıl kuş?
    nasıl, ne zaman geldi, nasıl gitti

    ömer hayyam

    (bkz: nasıl ne zaman - hardal)
  9. geceye olmayacak ama yine de nazım görünce dayanamadım .

    1

    süleyman'a karısı telefon etti :
    — konuşan ben,
    ben, fahire.
    tanımadın mı sesimden?
    demek çok bağırdım birdenbire.
    çığlık mı?
    belki...
    hayır,
    çocuklar hasta değil.
    dinle beni :
    işini bırak da gel,
    çabuk ol ama.
    telefonda anlatamam,
    olmaz.
    daha kıyamet kadar vakit var akşama.
    saatlar, saatlar,
    kıyamet kadar.
    sorma.
    dinle beni...
    hemen vapur bulamazsan
    üsküdar'a kayıkla geç.
    bir taksiye atla.
    paran yoksa
    patrondan avans al.
    yolda hiçbir şey düşünme,
    mümkün mertebe yalansız gelmeye çalış.
    yalan kuvvetliye söylenir
    ben kuvvetsizim.
    alay etme kuzum.
    evet kar yağacak,
    evet
    hava güzel.
    koynuna girdiğim adam gibi
    kocam gibi değil,
    büyüğüm, akıllım,
    babam gibi gel...


    2

    geldi süleyman,
    fahire, kocası süleyman'a sordu :
    — doğru mu?
    — evet.
    — teşekkür ederim süleyman.
    bak işte rahatladım.
    bak işte ağlamıyorum artık.
    nerde buluşuyordunuz?
    — bir otelde.
    — beyoğlu tarafında mı?
    — evet.
    — kaç defa?
    — ya üç, ya dört.
    — üç mü, dört mü?
    — bilmiyorum.
    — bunu hatırlamak bu kadar mı güç süleyman?
    — bilmiyorum.
    — demek ki bir otel odasında.
    kim bilir çarşaflar nasıl kirliydi.
    bir ingiliz romanında okudum,
    bu işlere yarayan otellerde
    kırık küvetler varmış.
    sizinkinde de var mıydı süleyman?
    — bilmiyorum.
    — hele düşün,
    toz pembe çiçekli, kırık bir küvet?
    — evet.
    — hiç hediye verdin mi?
    — hayır.
    — çukulata, filân?
    — bir defa.
    — çok mu seviyordun?
    — sevmek mi?
    hayır...
    — başkaları da var mı süleyman?
    — yok.
    — olmadı mı?
    — hayır.
    — bunu sevdin demek...
    başkaları da olsaydı
    daha rahat ederdim...
    çok mu güzel yatıyordu?
    — hayır.
    — doğru söyle, bak ne kadar cesurum...
    — doğru söylüyorum...
    — zaten gösterdiler bana.
    inek gibi karı.
    belimden kalın bacakları...
    fakat zevk meselesi bu...
    bir sual daha, süleyman :
    niçin?
    — bilmiyorum...

    karanlıkta pencerenin hizasında
    karlı, ağır bir çam dalı.
    bir hayli zaman oldu
    sofada asma saat on ikiyi çalalı.

    3

    süleyman'ın karısı fahire
    şunları anlattı kocasına ertesi gün :
    — ... dayanılmaz bir acı halindeydi
    kendime karşı duyduğum merhamet,
    ölmeye karar verdimdi, süleyman...
    annem, çocuklarım ve en önde sen
    bulacaktınız karda ayak izlerimi.
    bekçi, polisler, bir tahta merdiven
    ve bir kadın ölüsü çıkaracaktınız
    arka arsada bostan kuyusundan.
    kolay mı?
    gece bostan kuyusuna doğru yürümek,
    sonra kenarına çıkıp durarak
    baş aşağı atlamak karanlığına?

    fakat bulmadınızsa eğer
    karda ayak izlerimi
    sade korktuğumdan değil.
    bekçi, merdiven, polisler,
    dedikodu, kepazelik,
    aldatılmış bir zevcenin intiharı :
    komik.
    niçin öldüğümü anlatmak müşkül.
    kime? herkese, sana meselâ.
    insan, ölmeye karar verirken bile
    insanları düşünüyor...

    sen yatakta uyuyordun
    yüzün rahat,
    her zaman nasıl uyursan
    ondan evvel ve o varken.

    dışarda kar yağmaya başladı.
    bir tek gecelikle çıkmak balkona :
    zatürree ertesi gün,
    nümayişsiz ölüvermek.
    hayır,
    hiç aklıma gelmedi nezle olmak ihtimali.

    yaktım sobamızı.
    iyice ısınmak lâzım ilkönce.
    ciğer bir çay bardağı gibi çatlarmış.
    pencereye, kara bakıyorum :
    «eşini gaip eyleyen bir kuş
    gibi kar
    geçen eyyamı nev baharı arar...»
    babam bu şiiri çok severdi.
    sen beğenmezsin.
    «sağdan sola, soldan sağa lerzânı girizan...»

    lambayı söndürmeden balkona çıktım.
    « ... gibi kar
    düşer düşer ağlar...»
    oturdum balkonda iskemleye.
    havada çıt yok.
    karanlık bembeyaz.
    uykudayım sanki.
    sanki çok sevdiğim bir insan
    korkarak beni uyandırmaktan
    yumuşacık dolaşıyor etrafımda.
    üşümüyordum.
    kederim duruluyor
    berraklaşıyor.
    odanın camlı kapısından balkona vuran ışık
    sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin.
    ben rehavetli bir mahzunluk içinde
    acayip şeyler düşünüyordum :
    feneryolu'ndaki çınar
    150 yaşındaymış.
    ömrü bir gün süren böcekler.
    gün gelecek
    insanlar çok uzun
    çok bahtiyar yaşayacaklar.
    insanın yüreği ve kafası var...
    insanın elleri...
    insan?
    ne zamanki,
    nerdeki,
    hangi sınıftan?
    onların insanları,
    bizim insanlarımız.
    ve her şeye rağmen
    yeni bir dünya için yapılan kavga.
    sonra sen
    ben
    bir kırık küvet
    ve benim
    kendime karşı duyduğum merhamet...

    kar durdu.
    sökmek üzre şafak.
    utanarak
    odaya döndüm.
    o anda uyansaydın
    sarılıp boynuna...
    uyanmadın.
    evet,
    çok şükür nezle bile değilim.

    şimdi?
    zaman zaman hatırlayıp
    zaman zaman unutacağım.
    yine yan yana yaşayacağız
    beni sevdiğine emin olarak.

    4

    altı ay kadar geçti aradan.
    bir gece karı koca denizden dönüyorlardı.
    gökte yıldızlar, ağaçlarda yaz meyveleri vardı.
    fahire birdenbire durdu
    baktı muhabbetle kocasının gözlerine
    ve suratına tükürür gibi bir tokat vurdu.

    nazım hikmet ran

    edit : imla
  10. yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
    belini sarmayalı,
    gözünün içinde durmayalı,
    aklının aydınlığına sorular sormayalı,
    dokunmayalı sıcaklığına karnının.

    yüz yıldır bekliyor beni
    bir şehirde bir kadın.

    aynı daldaydık,
    aynı daldan düşüp ayrıldık.

    aramızda yüz yıllık zaman,
    yol yüz yıllık.

    yüz yıldır alacakaranlıkta,
    koşuyorum ardından.

    nazım hikmet