1. ölümden ve hayattan çok bahsettik
    suskun, ağızsız, sözsüz
    ilahi bir koronun gülümsemesini istiyorum ben
    yerli yersiz
    hem neden küçük bir gülümseme için
    büyük espriler gerekli bize
    ve neden cinnet beşinci kattayken yakalar insanı
    ve bu mermer insanlar nasıl olur da
    romatizmadan bahsederler?

    teşekkürler birhan keskin, sanırım daha iyi anlatılamazdı.
  2. bir zaman bir meselede evet çok fazla takıntılıydım. bunun saplantıya dönüştüğü hususunda kendimle cebelleştiğim bir dönemde, dahası, nefes almaya mecalim olmadığı bir gecede bana nefes oldu biri. biri-y-di.

    şimdi, gel gör ki. arkama dönüp baktığımda, kırdığım insanların cümlelerini işitirken... onun güzel cümlelerini işitmek, hatta işitememek - sonra onun bağıra bağıra söylemesi - tamam bir zaman sonra, o da giderse- kırılıp da giderse- korkusu ? öldürüyor.

    "anımsadıklarımın yanlış olduklarını
    yine de hepsinin bir deprem olduğunu
    kim bilebilir? ikimizin arasında duran
    şu boydan boya ırmak, şu boydan boya
    alacakaranlık
    ikimizin arasındaki şu depremin bir bellek
    uykusu olduğunu kim bilecek

    eskiden olsaydı, tuzlu düşler anımsardım
    ağzımda eriyip yok olan tadını güneşin
    alevin ipekle savaşını, saçlarının altından
    akan ırmaklarda yıkandığım sabahları anımsardım
    tenine dokundukça bıçak sırtı bir nefeste susan
    felç olan sözleri hatırlardım

    elveda ırmak
    hoşça kal alacakaranlık"


    ve...


    hoş geldin sen.
  3. “çocukluğu olmayanın büyüklüğü de olmazmış.”

    şükrü abi’nin dediğine hak veriyorum. yaşamayı beceremiyorum. sanırım öğretilmemiş hiç. öğrenememişim hiç. doğru nedir, nerede olmalıdır, yanlış nedir, neden olmamalıdır vesaire. hep kendim öğrenmeye, kendime öğretmeye çabalamışım. nitekim bu da yaşamayı geciktirmiş. ne zaman çocukluğumdan bahsedecek olsam boğazıma dizilir bütün çocuk yaşlarım. tıkanır. çeviririm lafı. mahallede misket oynardık biz. ezcümle, hiç diğer kız çocukları gibi büyümedim. tasolarım vardı, arabalarım, misketlerim, askerlerim... ancak içimi diri tutan askerler dondurucu soğukla savaşamayıp birer birer gömüldüler o toprak yığınına.

    yaşamayı beceremedim hiç. şükrü abi haklı. bizim evde konuşmazdı kimse. konuşulduysa da kavgadandır. konuşulduysa da sesler yüksektir. yaşam buydu benim için. içimde beslediğim, öğrendiğim öfke etrafımdaki insanları birer birer hırpaladığında anladım. onlar gibiydim. insan biraz da evidir aslında. onu paylaşır diğer insanlarla. sevgiyi yaşatmayı beceremem. orantısızdır hep. her kış kar yağdığında pencereye koşup tek tek düşen kar tanelerini seyrederdim. sanırdım ki ben uyumadığımda gündüz olmaz. sormamalıydım çünkü evde herkes öfkeliydi. öğrendim sonra.

    şükrü abi haklı. bir gün olur da karşılaşırsak eğer, soracağım ona. büyüklüğü olmayanın yaşaması nasıl olurmuş?
  4. yıllar önce bir belgeselde izlemiştim.
    denizin altından nereden geldiği bilinmeyen esrarengiz sesler geliyor.
    ilk önce yunus veya balina şarkısı olarak belirliyorlar ama bu farklı.
    balina şarkısı 12 hz altındayken,
    bu şarkı 52 hz den söyleniyor.
    biraz araştırılınca bu şarkının yalnız bir balinaya ait olduğu öğreniliyor.
    şarkısını 52 hz den söylediği için hiçbir balina ona cevap vermiyor.
    ama o inatla şarkısını söyleyip yalnızlığına son vermek için çabalıyor.
    hayatta kendimi en çok özleştirdiğim şeydir bu balina.
    benim şarkım bitmedi,
    illaki duyar birileri sesimi.
  5. kafamda kurbağa var. kafamda binbir türlü yanılgılar. kafamda yaşamı kazanamayışın endişesi ve nahoş sersemliği var, umutsuzluğun otoportresi var. kafamda bini bin para rüyalar. kafamda bir ağrı, ürkek bir sıkıntı var...

    ağrıyan eklemlerim, sigaramın külü, başımda dönen ateş böceklerinin sesi, havanın solukluğu, içimin titreyişi, sessizliğimin karartısı, açtığım şarkının kısıkça tınısı geceme eşlik ederken, gözümden dökülen her yaştan öpüyorum. küçükken gözyaşımın tadını merak edip her ağlayışımda parmağıma dolayıp tadına bakardım. hiç büyümemek için çabalasam da zamanın akışı çok hızlı. çok agresif.

    bu akışta yaşam, attığın üç adımın hesabını beş kez ödeyeceksin der gibi üzerime çöküyor. fakat, hep umduğum gibi, cesaretlendiğim gibi yine dördüncü adımı atıyorum. kadın uyuyor. sigaramın külü kayboluyor. ateş böcekleri ölüyor. şarkı sona eriyor. gözümden dökülen yaşlar tabakalaşıyor. gün doğuyor. ben uyuyorum.
  6. tam bir sene önce

    çok çalıştım, emeklerimin karşılığını aldım ve daha fazlasını almama az kaldı! kendime verdiğim sözü tuttum ve bundan öte ne olursa olsun kendimle gurur duyuyorum.

    bugün
    doğum günümde
    yeniden doğdum. şükürler olsun.
    nisa
  7. boğazlı kazaklı bir adam resmi. arkasında kütüphane. resim altında "sanctum" yazıyor. inziva yeri. arkasında ufak ama havalı bir kütüphane, camın önünde kitap okuyor.

    bir kafedeyiz. duvardaki resimleri satın alabiliyorsun, resimlerden birini masamızdaki abi yapmış. entel bir muhabbet dönüyor.

    manzararlı ama ufak bir evdeyim. alt katında bilardo masası ve şömine var. üst katı komple kütüphane. ağaçların ortasında. evin sahibi tezi için buraya kapanmış geçen sene. iki ay çıkmamış tezi bitirmiş. bana iki kitap veriyor hayatım değişiyor. cidden.

    o zamanlar bu üçünü kafamda birleştirip bir hayat hayal ediyorum. orman, inziva evleri, bir sürü kitap, okuma.

    üniversiteden mezun olduğum yıl "zönk" diye anlıyorum ki yok öyle bir dünya! bunlar babadan gelmiş insanlar. öyle orman sevdin, okudun diye sana para verecek allahın kulu yok, varsa da bol bol el öptürüyor. eşek gibi çalışmadan huzur yalan. çalışınca da huzur zor. bir şekilde dengeyi buluyorum.
  8. ismail çok tuhaf adamdır, tüm mal varlığı cebinde olandır.

    ben ismail, hayatım boyunca sol cebime koyduğumdan başka param hiçbir zaman olmadı. ayranım olmadı içmeye ama hep atla gittim çeşmeye. görüp görebileceğiniz en enayi insanım.

    hoop. enayi değil, saf diyelim.

    tamam, saf. dünya üzerinde haksızlık yapılması gerekenler listesinde ilk yüzbinden çıkamadım daha. olsun, belki sonuncuyumdur, daha 99.999 insan benden daha kötü durumda olabilir. babam 18 yaşımda bana 1 milyon borç mu bıraktı, olsun. aldatıldım mı, olsun. batıyor muyuz, olsun yeniden deneriz. akşama ekmek alacak para mı yok, misafirliğe gideriz bir akşamlığına boşver. kan davasına karıştık ve insanlar beni öldürmek mi istiyor, vardır bir sebepleri. karın gözünün önünde başka erkelere mi yavşıyor, napalım demek ki yanlış bir seçim yapmışım hayatta. boşandım ve boşanırken donuma kadar mı aldılar, hep istediğim renkli cıvıl cıvıl donları alabilirim demektir bu ne güzel işte.

    ben ismail, pozitif ismail.

    en son torba yasaya kadar yurtdışı yasağım vardı, hiç göremedim türkiye dışını. şimdiye kadar kurduğum tüm firmalar, çalıştığım tüm iş yerleri battı. 4 tane firma kurdum 18 yaşıma girdiğimden beri, 3 tane de farklı iş yerinde çalıştım. 250 milyonluk türkiyenin büyük projelerinden birinde de çalıştım, 50 milyon euroluk yabancı bir projede de çalıştım. 3 bin liraya çevre düzenlemesi işi alıp artık kullanmadığım sigara paramı da çıkardım. 1200 lira maaşa da çalıştım, 10 bin lira da. 1 milyon borcumu ödedim ama 100 lira kenara koyabilmişliğim yok.

    para değil olay, geliyorum bekle.

    biraz uzun sürebilir gelmem, yazmak istiyorum sadece. adımı öğrendiniz diye beni tanımıyorsunuz nasıl olsa.

    yaşasın sözlük anonimliği.

    21 yaşımda ilk defa birine karşı bir şeyler hissettim, 1.5 yıl boyunca beraber güzel bir ilişki yaşadık ama meğerse 5 yıldır zaten biriyle berabermiş son 1.5 yılını ikimizle beraber yaşamış. 23 yaşımda biriyle karşılıklı birbirimizi sevdik ama aseksüel bir insandı yapamadım. 24 yaşında ilk defa birinin beni sevdiğini bu kadar çok hissettim ama sevemedim. 25 yaşında evlendim, 3 ay sonra 26 yaşında boşandım. 3 ay önce falan.

    durun durun, bu yazı nasıl kötü bir hayat yaşadım yazısı değil.

    çünkü inanılmaz güzel bir hayat yaşadım. kendimde her zaman doğru olanı insanlık sınırları içerisinde yaşadım. kimseyi isteyerek üzmedim, kimseye kasıtlı olarak zarar vermedim. yalan söylemedim, aldatmadım, kimsenin arkasından iş çevirmedim. insan oldum sadece, zayıfıklarımla, beceremediklerimle, isteklerimle, başarısızlıklarımla.

    hiçbir zaman tam olamadım. ne bir evi sahiplenip burası benim evim diyebildim, ne bir kadınla tamam işte benim beraber öleceğim kadın bu diyebildim, ne de yaptığım bir iş bir yerde bana yetti. hiçbir zaman bulunduğum ortam için tamam benim olmam gereken yer bu diyemedim.

    4-5 yıl öncesine kadar intihar etme fikri o kadar çok bastırıyordu ki. ama şimdi şu an bu yukarıda yazdıklarımla ve daha onlarcasıyla o kadar mutluyum ki, bırakın intiharı daha çok boka batacak ve bundan mutlu olacakmışım gibi hissediyorum. gençliğin buhranı da vardı bir zamanlar herhalde.

    düşünsenize hayatınızın her bir evresi sürekli ayrı bir macera, ayrı bir aksiyon, olay.

    herkesin öyle değil mi zaten, yaşayan herkes bir sürü sıkıntı içerisinde boğuşuyor, bir sürü acı çekiyor. kiminki daha fazla, kiminki daha az ne önemi var, herkes zor durumda ve yaşıyor bir şekilde.

    yapabileceğimiz tek bir şey var, daha çok sevmek, yaptığınız işi, yaşadığınız hayatı, etrafınızdaki insanları ve en önemlisi de hayatınızdaki sevgilinizi. yeni insanlarla tanışmayı, yeni yerler görebilmeyi, denemeyi. hayal etmeyi, olamayacak şeyleri bile hayal etmeyi.

    ben sadece bunu yaparak hayatta kalabildim ve her zaman bir şekilde mutlu olabildim.

    ne desem laf değil,
    göremiyorum, biraz eğil.

    nasıl buraya geldik bilmiyorum ama hepinizi seviyorum.

    -abi içini dökmemişin ki ne yazdın sen.
    -saol kardeşim ben kullanmıyorum, size afiyet olsun.
    isk
  9. ben 7-8 yaşlarımdayken aydın'ın bir köyünde yaşıyorduk. babamın işi sebebiyle kooperatifin lojmanında kalıyorduk. geniş bahçesinin bir bölümünde portakal ağaçları vardı. üst katımızda kooperatif müdürüyle ailesi kalıyordu. biz bahçe katındaydık, dolayısıyla bahçeyi en çok da biz kullanırdık. ön bahçedeki ağaçlara bağladığımız hamakta uzanmış kitap okurken çekildiğim bir fotoğrafım vardır hatta. yazları çok sıcak olurdu, kapının önünde kaldırım yoktu ama nereden geldiğini halen bilmediğim suların akabilmesi için açılmış 30 santim genişliğinde, yol boyunca, yolun iki kenarında da uzanan oluklar vardı. yol anayol olduğundan asfalttı, yazın cayır cayır sıcak olurdu. uzun oluğun üzerinde mazgallar olurdu bazı yerlerde. içindeki su gürül gürül akar ve sıcak yaz günlerinde civarı serinletirdi. bazen ayaklarımı serinlemek amacıyla içine sokardım ama bir yandan da su parmak arası terliklerimi alır götürür diye çok korkardım. karşı komşularımız iki erkek kardeş ve onların aileleriydi. bir bahçede iki ev. evlerin aralarında bir ahır yapılacak kadar uzaklık vardı. ailecek iyi geçinirdik, annem sevim teyzeden salça alırdı. eltisi sevgi teyzenin iki çocuğu vardı, şimdi isimlerini yazmayayım ne olur ne olmaz. çocuklarla hep oyun oynardık, sokaktan eve girmezdim ben. sevgi teyzenin büyük erkek çocuğu benden bir yaş küçüktü. iyi anlaşırdık ama hala ne oyunu oynardık çok hatırlayamıyorum. sevim teyzelerin ahırındaki ineklerin zemin pisliğinin geçtiği bir çukur vardı, bahçenin tam ortasından geçiyordu. oğlan terliklerimi çalıp çalıp, "bunun içine atıcam işte terliklerini" diyerek beni kızdırırdı. ben de annesine şikayet ederdim. günün birinde annem, sevim teyzelerin evine salça parasını vereyim diye gönderdi beni. yazın son günleri gelmiş artık ama yine de pembe simli parmak arası terliklerim ayağımda. bahçede yürürken ayağım diğer ayağıma dolaştı ve bir ayağım o inek dışkılarının geçtiği çukura kaçtı. bir anlık şokun ardından moralim aşırı bozuk bir şekilde ayağımı içinden çıkardım ve 20 adım kadar evin iç kapısına doğru yürümek zorunda kaldım. sevim teyze'nin ne ara dışarı çıkıp da ayağımı bahçedeki çeşmede yıkamaya başladığın hatırlamıyorum ama kendime geldiğimde vaziyet oydu. ayağımı önce duruladı sonra da bulaşık deterjanıyla yıkadı. terliğimi de sudan geçirip "tertemiz oldu" diyerek ayağıma giydirdi. ben de elimin tersiyle gözyaşlarımı silip parayı onun eline tutuşturup eve kaçtım.

    evimiz bir dört yol ağzında kalıyordu, diğer sokaktaki komşumuz da necla teyzelerdi. benden yaşça büyük bir kızı ve yine yaşça büyük (ama daha az büyük) bir oğlu vardı. ben ilkokuldayken o ortaokuldaydı. çok da yakışıklıydı, hep beğenirdim onu. ama tabii o zamanlar akranlarım arasında oldukça popüler olduğum için gözüm kesmiyordu onunla öyle şeyler düşünmeyi. hayranlık seviyesine bile gelmeden 'yakışıklı abi' düzeyinde kalmıştı. necla teyze dünyanın en güzel yürekli insanıydı. anne şefkatiyle yaklaşırdı bana hep. hatta annem bir ara beni babama bırakıp gitmek durumunda kaldığında, babam -ben ateşler içinde olmama rağmen- içip içip sızdıktan sonra, necla teyze bizim eve gelip beni kendi evine götürüp bebekler gibi bakmıştı bana. hatta kısa bir süre sonra kardeşim doğduğunda geleneksel bir işlem olan bebek tuzlama işlemini de o yapmıştı. necla teyzenin eşi de dünya tatlısı biriydi, birbirlerini sever sayarlardı. biraz garip bir konuşma stilleri (ağız deniyor galiba) vardı ama öyle samimi, öyle sıcak bir kucaktı ki bize açtıkları... necla teyzelerin yan komşuları da babamın çalıştığı kooperatifle iş yapan bir çiftçiyle ailesinin eviydi. bir ineğin nasıl sağıldığını ilk defa o evin bahçesinde evin hanımını izlerken görmüştüm. evin hanımı diyorum çünkü isimlerini hatırlamıyorum bazı insanların, zaten hatırlasam da yazmamam gerekir belki de. neyse, demiştim ya annem bir ara ayrıldı evden. o sıra babamla ben kaldık yalnızca, bir ara babaannem gelmişti ama hemen gelemedi çünkü izmir'de yaşıyordu, uzaktı bize. ara sıra necla teyzelerde yemeğe giderdim, bir ara da ineğin nasıl sağıldığını bana gösteren komşumuz yemek getirirdi. gel zaman git zaman, babam uyanamadığı ve beni de uyandıramadığı için okula ancak öğleden sonra gittiğim, mavi önlük yerine mini etekler giyerek gittiğim, 7 yaşında küçük bir anarşiste dönüştüğüm, okulda ilgi çekmek için yalanlar uydurmaya başladığım, kısacası davranış problemleri göstermeye başladığım bu dönemde babamın iş yaptığı ve aynı zamanda komşumuz olan adamın karısı babamın telefon numarasını kocasının rehberinden alıp babama kendisiyle birlikte olmak istediğine dair ifadeler içeren mesajlar yazdığı ortaya çıktı. annem döndüğünde babamın telefonunda görüyor, mesajlara cevap yok ancak silinmemiş de. babam açıklamasını yapıyor, annem deliriyor. kadının bir oğlu var benimle yaşıt. ben köpek bir kız çocuğu olduğumdan o oğlanla da hiç geçinemiyor sürekli tersliyorum ama geriye dönüp bakınca öyle neşeli, öyle arkadaş canlısı ve iyi niyetli biriydi ki diye düşünüyorum. sonrasında annem de pişmanlığını dile getiriyor "annesine kızdığımdan oğlanı hor görür terslerdim, beni gördüğünde yanıma gelir selam verirdi ama ben hiç oralı olmazdım, çok üzülüyorum düşündükçe. keşke daha farklı davransaydım" der. çok geçmeden biz taşınıyoruz o ilden. memleketimize dönüyoruz. ben öğretim hayatım boyunca olacağı gibi okul değiştiriyorum yine. bu defa çok farklı bir ortam, herkes çok çalışkan, herkes iyi giyimli, herkesin güzel sırt çantaları var. köydeki okulda benim tekerlekli çantam var diye çok popüler olmuştum, derslerim iyiydi, kafa kafaya olduğum bir kişi vardı sadece ama birden bu şehir, ev, okul değişimiyle birlikte gözdeliğim kaybolmuş, üstelik konularda geri kaldığım için başarısız bir öğrenci olmuştum. kitap özeti istiyor öğretmen, hayatımda duymamışım kitap özeti nasıl çıkarılır bilmiyorum. annem sağ olsun yardım etti de toparladım ve kısa sürede adapte olabildim.
    nihayetinde, babama mesaj atan o kadın, çocuğunu ve kocasını yani her şeyini bırakıp kaçıyor. terk ediyor o güzel yürekli oğlanı, annesiz bırakıyor. seks işçiliği yapmayı seçiyor. seçiyor diyorum çünkü öyle. niye'sini ben biliyorum siz bilmeseniz de olur. zaten buraya kadar kimse okumaz da neyse. oğlanın yüreği parçalanıyor, kadının kocasının yüzü kızarıyor, kalbine ağrılar giriyor. ya da neler olup bitiyorsa işte bilmiyorum. o trajediye şahit olmak da istemezdim, olmadığım için de anlatamam şu anda.
    biz necla teyzelerle bağımızı hiç koparmadık. arada ziyaretlerine gittik fırsat buldukça. bizi ağırladılar. her zamanki gibi samimiyetle kucakladılar. bir ziyaretimiz sırasında süt dişimi çıkarmıştık hatta:) az önce de kırk yılda bir girerim facebook'a. girip bakınayım dedim. necla teyze bana arkadaşlık isteği göndermiş. gülümseyip onayladım hemen. istemsizce profilinde gezinmeye başladım, tanıdık yerler, portakal bahçeleri, salça yapılan, domates kurutulan yerler, evin avluları, tanıdık ama biraz kırışıklığı artmış yüzler, aynı sıcaklıkla gülümseyen gözler... sonra necla teyzelerin yan komşusunun oğlunun ismini gördüm, necla teyzenin doğum gününü kutladığı için profilinde çıkmış. kalbim çok hızlı atmaya başladı ve girdim profiline. babasının kendisinin ve nişanlısının olduğu bir fotoğraf profil fotoğrafı. oğlanın suratına baktığımda gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı bile. bir kelimeyle tam ifade, masum. çok çocuksu, çok incinmiş, çok hırpalanmış. o çocuğun küçücük yaştayken köy yerinde maruz kaldığı muameleleri hayal bile edemiyorum. bir fotoğraf vardı gerilere gittiğimde, babaannesi, kendisinin bebekliği, babası ve annesi. doğum günü pastasını üflüyor küçük bebek. bir yanında annesi bir yanında babası var. annesinin kafası fotoğraftan kesilerek çıkarılmış.
    bu yazdıklarım neyi anlatıyor, ana düşüncesi nedir ya da teması nedir, bilmediğimden güzel bir kapanış cümlesi kuramayacağım. sadece o fotoğrafı gördükten sonra üzerime bir ağırlık çöktü ve bundan kurtulmak istedim.
    bize kendimizi kötü hissettiren şeylerden kurtulmamızın hakikatli ve vicdani bir yolunu bulabilmemiz dileğiyle..