1. bugün ilk paramı kazandım. :')
  2. "geceyi sevdiğimi söyledim.
    sustu sadece, o da seviyordu biliyordum. bildiğimi bildiği için sustu. açıklama ihtiyacı hissetmiyordu. konuşmak bir yerde bozmaktır insanlığı, ırzına geçerek hem de. konuşsa bozulacaktı gece, bozulacaktı dehşet ve yalnızlık.
    sakindik… hayata diş geçirmeye çalışırken bunu sakince yapmaya çalışan iki acemiydik. bizim bildiğimizi diğerlerinin de öğreneceğini düşünürdük kutsal bir inançla. hem de kendimizi anlatma ihtiyacı duymadan, bizim bilincimize sahip olacaklardı. konuşmadan anlaşacaktı bir gün tüm dünya. tüm dünya üzerinde yaşanan derin bir sessizlik…
    biliyorduk; insan sesinin çıkardığı gürültüyü başka hiçbir canlı çıkaramazdı, fısıldama olsa bile. çünkü insanın çıkardığı seslerin bir anlamı vardı ve zihinde kapladığı yer evrensel bir boşlukta uzayıp gidiyordu. şekil değiştiriyordu, "acaba” oluyordu, “ya da” oluyordu, “belki” oluyordu, “hassiktir” oluyordu. anlamını değiştiyor, değiştirdikçe zihne daha fazla basıyor, kokuyordu. çöpler kovasına sığmıyordu.
    tüm bunları bilmesi, tüm bunları bildiğini bilmem konuşmamışlığımıza dayanır.

    dünya denen dehşetli yerde en az kendim kadar şaşkın birinin daha olabilme ihtimalini bile aklımdan geçirmezken, bir ayna gibi ona bakmam, gözlerini okumam, sakinliğini duymam kadar şaşkınlık verici bir şey daha olamaz. dünyanın dehşetengiz şaşkınlığına, birbirimizin şaşkınlığını da eklediğimizde, kafası bir ton, damıtılmış bir cesaret çıkıyor ortaya ki, cesaretin böylesi gerçekten tehlikelidir." geceninsonunayolculuk
  3. neden sürekli başkalarının dalına tutunuyorum, kendi ağacım yok mu benim?
    jole
  4. "hoş geldin kadınım benim hoş geldin
    ayağını bastın odama
    kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
    güldün,
    güller açıldı penceremin demirlerinde"

    "ben bir kadın sevdim ki
    evim artık gül kokar"

    bu dizeleri yazdıran duyguyu, yoğunluğu anlayabiliyorum artık. bir süreliğine uykuya dalma vakti.
  5. insanların iç dünyalarını zehirliyorum varlığımla, içim kararmış galiba.
    dış dünya eziyete dönüştü resmen, rahat nefes almak bile bana bir düş kadar uzak.
    daralıyorum saatlerden,insanlardan. soğuk bir canavarım artık. uzaklaşıyorum dünyevi zevklerden. sohbetlerden tat alamıyorum bir kedim anlayış gösteriyor heralde.
    insanlar; fesatlaşmış düşünceler,patavatsızlık, saygısızlık ne ararsan var bunlarda, onlara dönüşürsem diye ödüm patlıyor. üst insana ulaşmak yerine tamamen köreliyorlar hırslarıyla.
    neydi sizi naiflikten, sevgiden bu kadar uzaklaştıran?
  6. dün gece eve yürürken sokağın girişinde bir yetmiş boylarında, yirmili yaşlarda uzun siyah saçlı ve siyah bir kaban giymiş görece güzel bir kadın telaşlı telaşlı sağa sola bakarak bekliyordu; yanından geçtim bir iki adım uzaklaştım derken hızlı adımlarla arkamdan yürümeye başladı.

    ayağında topuklu ayakkabı olduğunu attığı her adımda çıkan tok! sesinden anlıyordunuz ki sessiz bir ortamda oluşan bu tok sesi beni her zaman ürkmüş, spider senslerimi harekete geçirmiştir. derste sınıfın kapısı kapalıyken koridordan birinin topuklu ayakkabıyla geçtiğini duyduğum her an şimdi kapı açılacak ve üzerimize mermi yağacak derim. keşke bu kadar gerilim filmi izlememiş olsaydım.

    neyse, kadın bu sıralı tok! tok! sesleriyle arkamdan yürürken içimi bir korku kapladı çünkü daha önce rüyamda yine aynı bu yolda yürürken aynı bu eşkale sahip bir kadının beni vurup öldürdüğünü görmüştüm...

    zihnimden beni vursa öne mi yoksa arkaya doğru mu düşmeliyim sherlock bunu nasıl yapıyordu ya diye geçirirken bir anda gözlerimin önündeki düşünce bulutları kalktı ve önümüzde ikisi kocaman ayağa kalksalar iki metreye yakın boyları olacak dört tane köpeği gördüm.

    şimdi kadının beni vurmayacağına mı sevinmeliyim yoksa köpeklerin beni yiyecek olduğuna mı diye düşünürken de küçük sevimsiz olan köpeğin havlamaya başlamasıyla arkamdaki kadının adımlarını hızlandırıp sağ tarafıma geçerek koluma girmesi bir oldu.

    “affedersiniz köpeklerden korkuyorum da...” dedi. sanki ben korkmuyorum! o an orada tek başıma olsam geri döner bir üst sokaktan evime giderdim ama kadın bir anda böyle koluma girince heyecan duygusu korku duygusundan daha ağrı bastı hatta kadının korkusu azalsın diye “merak etmeyin bunlar hep burada biz besliyoruz.” dedim. dünyanın en rahatlatıcı yalanı o an buydu.

    birkaç metre böyle yürüdükten ve yol ayrımına geldikten sonra teşekkür edip diğer yoldan yürüyerek uzaklaştı.

    bu olaydan çıkardığım ders ne peki? kadınların erkeklere bir yere kadar erkeklerin ise bir kadına korkularını bastırsın diye her an ihtiyacı olduğu.
  7. bugün bir yerlere gittim ve o sırada çocukken gittiğim mahalledeki bakkala uğradım. bir abi de ben seni hatırlıyorum, dedi tesadüfen. yıllar geçmiş ve beni hatırlamasına çok şaşırdım. neler yapıyorsun şimdi, diye sordu. anlattım, sevindi. resmen çocukluğuma döndüm.
    çaktırmadan kasanın yanında istiflenmiş cinoya baktım. sonra abiye.
    tekrar cinoya baktım. çaktırmadan abiye, cinoyu aldım. cebime koydum.
    o zamanları hatırlayınca hafiften gözlerim doldu. keşke hiç büyümeden aynı şekilde cinoları doldurabilseydik ceplerimize.
    ben hiç büyümek istemezdim çocukken.
    dert yok tasa yok cino bedava hem.
    şimdi cüssemden dolayı cino çalamıyorum ama
    yine de çok mutlu oldum çocukluk anılarımı hatırlayınca :)
  8. Yanılgı. Biraz yalnızlıktır. Biraz da hayal kırıklığı. Kırıklarımın pıhtılaşması için gecenin sabaha uyanmasına az vakit kala tek başına oturan teyzenin yanına oturdum. Bu sefer oturmak için izin istemiştim. Kafamın içindeki milyonlarca sorunun gürültüsünü bastırmak için birazcık olsun, canlı bir sesle konuşmaya ihtiyacım vardı yine. Sigara içiyordu. Dünyanın bütün önemsiz ayrıntılarının bir gövdesi gibiydi oturuşu. Canını sıkan bir düşünce gibi duran kocaman memeleri karnını kapatıyordu. Çiçekli, kahverengi eteğinin altından fırlayan pembe pijaması babaannemi hatırlattı bana. Pembe pijamalı babaannem olmuştu benim. Yemenisinin bir ucundan tutup göğsüne serinlik gelmesi için yelpazelendirirken, “çok sıcakladım,” deyince, “kış gelmedi hiç teyzem,” dedim. Sonra, “kimi bekliyorsun sen?” dedi.
    “Annemi bekliyorum. Peki teyzem, sen kimi bekliyorsun?”
    “Kocamı. Gebersin.” Yüzüne bakamadım. Ellerimi ovuştururken, yanıma aldığım Leyla’nın sözleri, yeniden ıslandı kafamda. Ipıslak bir karanlık kafamın içi. Ipıslak bir karanlık kafadan başka bir şey değildim.
    “Bekâr mısın?”
    “Bekârım.”
    “Okuyor musun?”
    “Çok oldu mezun olalı. İş arıyorum teyzem.”
    “Kaç yaşındasın gı sen?” diyince çarpık bir gülümsemeyle yaşımı söyledim.
    “Gı ben seni 15-16 yaşında bebe sandım.”
    “Ne yaptın sen teyze, o kadar da değil,” deyip ardından, “bebeyim ben hâlâ, çok küçüğüm teyze daha,” dedim. Gülerken yüzüne bakabilmiştim. Ayağa kalktı. “Şu herife bi bakayım, geberesiceye,” diyip ikinci kez içtiği sigarasının izmaritini fırlattı. Arkasını döner dönmez, hemen koşup yerden aldım izmariti. Bir fırt çektim. Çok acıydı. Isırılmış ve ıslak ağzı dudaklarıma değmişti. Bir fırt daha çekip attım. Otomatik kapının ardından kaybolana kadar gidişini seyrettim.

    Benzersiz bir uyumla matemi yuvarlayan, kasvetli bir kalabalık gibiydi yürüyüşü. Kehanetler fısıltısıydı sırtı. Bize uzak, bize yabancı iki omzu kopuktu birbirinden. Sahneye çıkmaya hazırlanan performans ustası gibi kayboldu merdivenlerde. Uzak ve yabancı hikâyesiyle.

    Kamburu biraz daha büyümüş sırtımın acısı yine başladı. Hem kırk sekiz saat uyumamıştım. İlk zamanlar, erkenden yatıp erkenden kalkarken, şimdilerde hiç uyuyamıyorum. Sırtımın acısı geçsin diye beton zemine sırt üstü pencereye dönük uzanıp, bulutların nasıl kanser olduğu üzerine hikâyeler uydururken tamamlıyorum artık günün aydınlığını. Bunu hastanede yapamadığım için sırtımın acısını, yangın merdivenin demirliklerine yasladım. İnsanın yangın merdivenleri yoksa eğer, hepten küldür.

    Bir ara vakit tuvalette yaşlı bir teyzenin tuvaletine yardımcı olduktan sonra elimi yüzümü yıkayıp aynaya baktım. Karşılıklı bir susuş. Temize çekilmemiş yüze bakarken sağ şakağımda, saç diplerinin kıyısında iki ben gördüm. Gaza’nın ensesindeki benek dövmeleri gibi, iki kahverengi ben. Yazgımı kusan puhunun kanatlarıydı. Derimin altına sığmayan acımın. Sonra kızgın güneş altında, göğsüme kocaman bir kaya koyulmuş gibi terlediğim sessiz koridorlarda volta atarken, yılanlara kanat diktim. Her seferinde düşük yaptı, diktiğim kanatlar. Sözleri artık beni incitmiyor. Sıraladığı bütün sözleri bir muz kabuğu gibi önüme attığında defalarca üstüne basıp kayıp düştüm. Artık moraran yerlerim uyuşuk. Giderek daha insansız.

    Gidişinin bıraktığı döküntüyü halının altına süpürdüğüm vakitlerde, kaldırımda çömelmiş, siyah bol şalvarlı amcanın yanına gidip sigara istedim. Kokusu nahoştu. Cebinden paketi çıkardı. Tek dal verecekken, “dur kızım sana paket vereyim,” deyip ceketin iç cebinden bir paket uzattı. Nedense almazlık yapmadan teşekkür ettim. Dün gece çok baktım amcaya. Göremedim. Görseydim şayet konuşabilir miydim bilmiyorum ama bir kez daha teşekkür edecektim. Önce odaya gidip bir ihtiyaç olmayınca yeniden yangın merdivenine gidip oturdum. Suların serinlediği saatlerde naftalinli bir fotoğrafım artık. Tam da karşıdaki binaların ışıkları açık iken. Hem ben, çok güzel bina okurum.

    bina rüzgârı
  9. bugün güzel, çok güzel bir kadın tanıdım. etrafımdaki herkesin başka diyarlarda olduğu, konuşacak pek kimsemin olmadığı her gün yaptığım gibi buraya anlatayım dedim.
    pek de sevmediğim, beni yoran bir dersin yine nefret ederek yaptığım ödevlerinden biri gereğince birkaç kişiyle mülakat yapmam gerekiyordu. kötü geçen ve gittikçe moralimi düşüren bir mülakattan sonra şans eseri konuşabileceğim bir insan daha buldum ve biraz plansızca ve ani biçimde evine misafir olduk. 88 yaşında, köpeğiyle yaşayan emekli bir öğretmen. tanımadığım bir insanın evine çat kapı gidişin tedirginliğiyle kapıyı çaldım ama kapıyı açar açmaz yüzünde beliren koca tebessüm beni rahatlattı. bazı insanları görür görmez anlarsınız içinin güzelliğini ya, öyle bir insandı işte. yavaş ama zarafetten ödün vermeden hareket ediyordu, gözleri masmavi, kıyafetleri şıktı. çökmüştü biraz, ufak tefekti ama güzelliğinin izleri okunuyordu işte yüzünden. ellerini izledim, uzun güzel parmaklarını izledim. salon çiçekler, kitaplar ve çocuklarıyla torunlarının fotoğraflarıyla doluydu. içinde tedirginlik ve hüzünle karışık bir huzur hissedilen anneanne evi gibi tıpkı. oturduk, sorularımı sordum, o anlattı bense hayran hayran dinledim. ne ödev ne mülakat pek umrumda değildi artık, öyle güzel konuşuyor kelimeleri öyle güzel seçiyordu ki. "gençken çok güzeldim ben, parmakla gösterirlerdi beni" demişti öyle laf arasında sessizce ve hüzünlü bir iç çekişle, mülakatın sonunda biraz çekinerek "bir fotoğrafınız var mıdır eskilerden, çok isterim görmeyi" dedim. bir odaya gitti, biraz bakındı ve küçük sararmış vesikalık bir fotoğraf getirdi. gerçekten de rüya gibi güzel bir kadındı sarı fotoğraf kağıdından bana bakan ve anlattıklarına bakılırsa bu kadının canı çok yanmıştı.
    yaşadığı hayata rağmen hala yüzü gülen bu kadına hayran oldum işte ben. bugün çok güzel bir kadın tanıdım.
  10. bugün bir kedi daha kaybettim
    sabah bir telefon geldi
    meme tümörü olan siyah kedi öldü, dediler
    o anın şokuyla bir şey soramadım
    neden, nasıl, ne zaman hiçbir şey bilmiyorum
    sadece veterinerlikte bulunduğu -on gün kadar- süre boyunca yanına hiç gitmemiş olmanın -belki de gidememiş; hayır gitmemiş olmanın- suçluluğunu hissettim ve biraz ağladım
    ölürken başını okşayacak bir el isterdi elbet