1. bırakalım da insanlar kapalı odalarda birbirlerini doya doya katletsin, zehirlesin, kan akıtsın. elbet bir gün geldiğinde dünyanın genç tohumları bu eve adım atmak isteyecek. biz bugün bu kanı dökmez isek istikbalimiz asla kapının eşiğine damlayacak kanları görmeyecek, er ya da geç bizim hastalıklı karanlığımızın büyüsünde kendilerini kaybedecekler. bugün bir kez daha ölelim ki gelecek bu eve adımını atmadan, ardına bakmaksızın firar etsin, güneşin seyreylediği diyarlarda, çimlerde yuvarlansın.

    ----

    izmaritler gokteki yıldızlar kadar çok ancak bir o kadar da yalnız. hepsi bir umutla yandı fakat pir tükendi. tekamülünü tamamlamış ince, bodur adamlar; nefeslerini tuttukları o vakit, ay bulutların arasından parlak suratını gosterip de kendileriyle bir başkasının sevincini paylaşırken hep bir ağızdan türküler söylediler. ay gürledi, soğuk alevi neredeyse zavallıların ruhunu ısıtacakti ne var ki şavkın ak dalgaları arkadaşlarının gömülü, hissiz bedenlerine vurdu. gün tekrar doğup da sahte hislerini, pürü pak bedenlerini onlardan alıp da izmaritleri tekrardan değersiz, çöpten kağıtlar gibi hissettirene kadar ağıtlar yaktılar. artık onların da üzerine anlık zevklerin ve dâhi hüzünlerin dünyasının kara toprağı çöktüğünde bir dirayet gösterip de ayaklanmak için artık çok geçti.

    ------

    a dostum sen kimlerin önünde eğilip bükülürsün, başını eğer önünü iliklersin. gecenin tülbendi boynuna dolandığında, toprak ana zincirlerini ayaklarına vurduğunda, o vakit
    prangaların sesleri icerisinde cesaretin damarını bulup da yuruyebileceğini mi sanırsın, yalnızlığın çürümüş idam sehpasına.

    ------

    falan filan işte devamını getiremediğim birkaç yazım ama olsun ne de olsa denedik değil mi?
  2. madem dökülüyoruz..

    yaşamak diyorum, çoğu zaman hayatta kalabilmekten ibaret. uzunca bir zaman elde ettiğim şeyleri kendim aldım diye düşündüm. bunun bana ifade ettiği şey tam olarak şuydu: "onlar vermedi, ben aldım" bir şeyi isteyip, çabalayıp elde etmenin mutluluk verdiğini düşündüm ki bana birçok büyüğüm de bu şekilde ifade etti. çalış, didin kazan ve kendini kurtar. belki 10 yaşımdan 26-27 yaşıma kadar hep aynı şeyle kendimi besledim. "ben kazanıyorum" evde bunalım halinde bir çocuktum, belki yolum çoktan belliydi çizilmişti. en azından belli yaş aralığında bana biçilen hayatı değiştirebileceğime inandım bunun için çabaladım ve değiştirebildiğimi gördüğümü zannettim. arada çok önemli bir fark var ben değiştirebildiğimi düşünüyordum her şeyi. sanki yazgıyı ben kontrol ediyormuşum gibi geliyordu. alıyordum kazanıyordum, planlar dahilinde ilerliyordum. önüme bir yol çıkıyordu, beğenmiyorsam yeni bir yol açıyordum. yeni bir yol açarken hiçbir zaman o yeni açtığım yolun da aslında ilk yol gibi önüme koyulandan bir farkı olmadığını düşünmeye başladım. bu fikir beni sıkıntıya sokmadı değil. sonuçta iki seçenekten birini seçmekle yüz seçenekten ya da on milyon seçenekten birini seçmek çok da farklı değildi. seçenek yaratabiliyor muyum diye sormaya başladım kendime, heyhat ne haddime öyle bir gücüm yok. sadece kurulu evren düzeninde ihtimaller dahilinde çırpınıyorum. bir keresinde abime (dini bilgisine güvenerek) kader nedir diye sordum, hatta biraz da ekledim; eğer benim kaderim şu an bu çayı içmekse ve de ben bu çayı içmekten vazgeçersem kaderi değiştirmiş mi olurum? net bi cevaptı verilen "hayır o zaman kaderin çayı içmemekmiş deriz." şimdi anlıyorum bazı şeyleri, farklı olmak adına yaptığım her şeyi aslında herkesten biri olabilmek için yapmışım. bütün bu çabanın mücadelenin sonunda elime geçen nedir diye sorduğumda cevabım iç acıtan cinsten olabiliyor. "herkesten biri olabildim." peki şimdi ne yapabilirim, herkesten biri olabilme şerefine nail olduktan sonra yapıalcak olan nedir, daha da herkesten biri olabilmek için toplum standartlarına iyice abanmak mı mesela? evlenip çocuk yapmak, haftasonu gezmesine gitmek mi? ya da başladığım noktaya geri mi dönmeliyim, farklı şeyler yapmak mı? ya yine verilen onca mücadele herkesten biri olmak içnise? her mücadeleye girdiğimizde acaba asıl maksadımız farklılaşmak mı yoksa aynılaşmak mı? bütün bu hayat henagamesinde insan ne için yaşamalı diye soruyorum aşırı mantıklı cevaplarım beni kendimden tiksindiriyor. hayatta kalmak, kendi var etmek, kendini özgürleştirmek ve kendini gerçekleştirmek. nihayet evrene benle ilintili bir katkı sağlamak. tüm varlığımın sonucu olan bir ürün ortaya koymak. bu ürün bir evlat mı olacak eyvah yine aynılaştım. yalnız olsaydım dünyada en çok kime benzeyecektim acaba? kendim olmadığı kesin.
    abi
  3. !---- spoiler ----!

    “gençken ve daha sorunlarımız küçükken ağlamak ve gülmek için ya da ölmek ve yaşamak için her zaman daha çok sebebimiz vardır.”

    insanlar renksiz kıyafetleri ve renkli şemsiyeleriyle, renksiz yüz ifadeleri ve renkli kişilikleriyle ışığa maruz kalan hamam böcekleri misali kaçıştılar kuytularına. sağanak yağışın bitip güneşin çıkmasını beklediler ve beklerken yaşlandılar bir mevsim kadar daha. ben dışarıdaydım ve onlar içerideydi. yağmurun altında onlara baktım bir süre.

    onlara baktım ve istemeden de olsa sordum kendime: kimdim ben? çaldığı paraları alkole yatıran bir çocuk, istifasını basan bir işsiz, tütüne başlayan avare bir rüzgâr, kalbimde tutturduğum bir türkü… hiç olmadı âşıktım ulan ben. savruluyordum şuradan oraya. “daha ötesi var mı?” dedim ardından. yoktu gerçekten de. daha ötesi yoktu benim için bir mısra boyu süren yaşantımın. bir mısraydım, bir kelebektim, nisanda bastıran sağanak yağmurdum. doğru değildim ama bir yalan kadar sahici ve gerçektim.

    annem, babam geldi aklıma daha sonra. dağıldı her şey bir anda. bir görseler neler düşünürlerdi benim hakkımda? anadolu’nun bir şehrindeydim. haberleri yok, kim bilir kimlerin yanında. kim bilir neler yaşarken aklımda.

    çocuğum ben daha. bağlar bağcıklarımı annem. giydirir önlüğümü babam. döver beni arada sırada abim. sızlatır burnumu evdeki kesif rutubet kokusu.

    !---- spoiler ----!
  4. sadece sarhoşken söyleyebildiğim şeyler var

    duraktan kalkan son otobüse yüz metre depar atarak yetişmişçesine nefes nefeseyim. yaklaş yamacıma, yak bir sigara. sadece sarhoşken söylenebilen şeyler var. son nefesini vermeden önce helalleşmek gibi. akşam elektrikler kesilince balkona çıkıp yıldızları seyretmek gibi. ama sen içmezsin ki. zaten tüm sözleri söylemiştin giderken. mitralyöz gibi kazımıştın beynime. dinlemiyorum kimseyi o günden beri, sadece kendimle konuşuyorum. zerre kadar sözlerim zaman içinde gitgide büyüdü, çığ oldu içimde. zihnim kelimelerin sığınağıydı âdeta. sözcükler binlerce parçası olan yapboz sanki. ne kadar uğraşsam, kendimi paralasam da düzgün cümle kuramıyorum. kuramadıkça öğelerime ayrılıyorum.

    3-5 nöbeti tutan mehmetçik bir anda dellenip kendini vurabilir. sevdiği adamın ihanetini öğrenen kadın her şeyden vazgeçip bileklerini kesebilir. hatta dünya 12 santim ekseninden kayabilir. tüm bunlar ihtimal dahilindedir, senin geri dönmen dışında. gözlerimiz birbirine vedaya hazırlanırken, "artık başka hikâyelerin başkahramanlarıyız" demiştin. hayatta hepimiz figürandık oysa, anlatamadım. hem artık ben de içmiyorum. hayatın acımasızlığıyla sarhoş oluyor, bir türlü kendime gelemiyorum. son alkol aldığımda "baban öldü. memlekete gel toprağa ver" dediler. bir hafta sonraki babalar gününde çiçeği burnunda yetimdim. yeri gelmişken siz siz olun babasını kaybeden birine başın sağolsun demeyin. bu hayattan çekip giden ailenin başı ve asıl yıkım yaratan da bu çünkü. cenazede babamla birlikte bende girdim toprağa. uzun yıllardır enkaz altında kalmış birinin çığlığı gibiydi yaşantım. ne kadar mücadele etsem de tüh'lü geçmiş zamanda mahpus kalmış gibiydim. her yağmur yağdığında korkunç bir huzur duyuyorum. sen de hissediyor musun? seni unutulmaz yapan, sanılanın aksine yaşayamadıklarımızdı. her şey için çok geç artık. hapsettiğim gözyaşlarımda boğuluyorum. bütün bu yazdıklarımın ne manası vardı? beni hiç tanımayan birine derdimi anlatma ihtiyacı belki. ömrümce doğruları söyledim, bir köyden bile kovulmadım. sen de mi inanmadın yoksa?
    mnb
  5. gece, düşünceleri ardında getirir. herkesin sustuğu, tüm cümlelerin sana kaldığı bir vakittir gece. önüne kağıtlarını ve kalemini alırsın, o an aklından neler geçiyorsa su gibi akar düşüncelerinin hepsi birer birer kağıtlara. bu yüzdendir büyülü gelir bana bu vakit. gün içinde kimi zaman cümle kuramayacak gibi olur insan, gece öyle değildir işte. bir yerden başlarsın ve ardından gelen düşünceler, birbirini destekleyip tamamlar. bu böyle sürüp gider, taa ki sen yoruluncaya dek. şaşırdığım günü hatırlıyorum tüm bunlara. bir gece, kağıdımı ve kalemimi önüme alıp, yazmaya başladığım ilk günü. ortaokulda kompozisyon yazma ödevinin verildiği günün ertesi günleri okula gitmeyen bir çocuktum ben. yeni bir öğretmen sınıfımıza gelip bizimle tanışmak istediğinde, kendimi tanıtamayacağımdan korkup tir tir titrediğim günleri hiç unutabilir miyim? oysa şimdi durum böyle mi. aklımdan hangi cümleler geçiyorsa, bir bakıyorum hepsi kağıtta.

    gün içinde herkes konuşur, fikir sunar. sen konuşursan susturmaya çalışırlar. "hayır o böyle olmalıydı" derler en çokta. haklılardır çünkü her konuda. her çeşit insan türü yaşamıyor mu zaten şu dünyada. karşılaştığında canını sıkmaya yetecek olan insan da yaşıyor, göz göze geldiğinde yaşadığına minnet ettirecek olan da... ama gece öyle mi. herkes uyumuş, sen kendinle bir başınasındır ya; şimdi kara kara düşünüp canını sıkacak olan da sensin, "iyiki yazıyorum" deyip yaşadığına minnet ettirecek olan da...
  6. tahta mandallar otantik bir havaya neden olurken, ki bu güzel bir neden, eskileri sevenler için, renkli mandallar ise adı, daha doğrusu şanları üzere bir hava estirir. düşün bir kere, düşün leylak rengi bir gömleği saran mandalina renkli mandalın sarılışını, istersen de beyaz bir dantelli atletin üzerine konan kırmızı mandalı. erotik bir kare, bembeyaz bir tenin üzerine konan kışkırtıcı kırmızı gibi. düşün, hayal kur. ipler üzerinde serili elbiseleri ve üryan kalmış insanları düşün. ah ne bedbaht bir fikir o, siyahlar üzerine damlayan griler, sancılı kirli beyazlar.

    mandallar, kadınlar, balkonlar, hased ve iç çekilmeleri.
  7. körleşme

    körleşmiyor muyuz hepimiz aslında? kaçmak için mi körleşiyoruz yoksa körleştiğimiz için mi kaçıyoruz acaba? ilki daha mantıklı gibi geliyor insana, ne demiş canetti: "körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek iki nesnelerin ve yaratıkların yan yana bulunabilmesine olanak tanır."

    yaşamımızı beğenmediğimiz için bilerek körleşiyoruz aslında. hayal dünyasına kapılıp imkansızları istiyoruz. onlara ancak kör olunca ulaşabileceğimiz için körleşiyoruz toplumca. bu yüzden de yönetiliyoruz fazlasıyla. "körler ülkesinde şaşıysan kral olursun," misali hiç akıllı olmayan biri tarafından bile yönetilebiliyoruz körleştiğimiz için. gözlerimizi, algılarımızı kapalı tuttuğumuz için. bütün bunlar gücümüzü kaybettiğimiz için aslında, yanlış olan şeylere karşı koymaya çalışmadığımız için, birlik olmadığımız için körleşiyoruz aslında.

    bir şeylere iyi ya da kötü tepki vermek yerine körleşiyoruz, kötü de olsa tepki vermek yerine elimizdeki metal aygıtlara ya da kendi küçük çaplı sorunlarımıza yöneliyoruz önemli olanlara aldırmadan. gerçeklikten kaçıp sanal gerçekliğe yöneliyoruz, yapay olarak görüp gerçeklikte körleşiyoruz sırf zaman gibi soyut bir kavramdan kaçmak için. güzel bir şey olduğunda açıyoruz gözlerimizi sadece -son zamanlarda olmayan güzel şeyler- ama kötü şeyler olduğunda gözlerimizi daha önce hiç açmamış gibi davranıyoruz, 13 derece miyop gibi...

    en akılsız insanlar tarafından bile yönetilirken herkes, metal aletlere hapsolmuşken, sanal gerçeklikler peşinde koşarken tam önümüzdeki gerçeklik yetmezmiş gibi, ne yapabiliriz ki artık? kitaplar gerçekleri ifade ettiği için kenara fırlatılırken ve kaçarken insanlar onlardan yapılabilecek bir şey var mıdır ki? canetti demiş aslında: "...süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı, itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalarına bölmek."

    gözlerimizi açmak gerekirken daha da kör olmakta ısrarcı insanlar, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın," diyorlar. sessiz kaldıklarında o yılanın onlara dokunmayacağını sanıyorlar. bakıyorum da, dünyaca körleştiğimiz gerçeğini göremeyecek kadar körüz, kendimizi bile göremiyoruz aslında...
  8. rüzgar gülü
    !---- spoiler ----!

    Rüzgar Gülü adında bir kadındı 'O'..

    Hiç beklenmedik zamanlarda esiyordu saçları, rüzgarının nemini unutmuş çöllerimize. Çıldırıyordu ruhumuzda tuttuğumuz sözcük tohumları. Hiç beklenmedik zamanlarımız vardı bizim, gizliden gizliye umduğumuz inançsız dualarda. Onun ise gelişi sürpriz, gidişi olağan..

    Çok beklendik yanları vardı elbette, aniden patlıyordu esintileri. Aniden toz kaldırıyordu köy çocuklarının koşuştuğu toprak kusan tarla yollarında. Çamura dönüşüyordu tenimiz o ne zaman yaz yağmuru gülüşü savursa bize. Ellerimiz çatlaktı, onun dokunuşuna kıyamıyorduk. Gelişi vardı, sanki bizler ilk kez teknolojik oyuncak görmüş kenar mahalle çocukları. Bir gidişi vardı, sanki birkaç edebi sözünün üzerine son duble rakısını çekmişti hayatımızda ilk kez gördüğümüz o şehirli şair. Bir rüzgar gülüydük bir onun varlığına karşı; yalnızca onun varlığıydı bizim renklerimizden bir gökkuşağı çizebilen-yoksa biz hep durağan.

    Ela gözlerimizde maviler parlıyordu ona bakarken, utangaç bir yeşile çalıyordu gün ışığında gözlerimiz. Asi gençlere dönüştük sonra ve dibe vurduğumuz şarkılarımız vardı, Teoman'dan. O gelince her yer aşk doluyor, başka melodilere düşüyordu yüreklerimiz. Rüzgar gülleriyle sevinç içinde koşmadık ki biz hiç. Biz hiç Teoman konseri görmedik ki veya.. Teoman'ın anlattığı kadınlarla da sevişmedik mesela, ne zaman o kadın gelse hayatımıza, elimiz dolaşıyordu ayağımıza. Biz ancak kendi ayaklarımıza bağ olabiliyorduk, bağlanmıştık Anadolu kokulu naif rüyalarımıza.

    Yaz günleri hep üşürdük biz, gece yarıları verandaların kuytularında ilk kez sevdiğimiz kadınlar kollarımızda. Biz hala rüzgar gülü aşklarla sarhoş olmamıştık o zamanlar. Yeni yeni tanıyorduk şarkıları hatta. Bizim amacımız yoktu hiçbir şarkının yanına meze edilen danslarda.. Biz dans etmeyi, toprağın güneşle seviştiği yağmur sonrası toprak kokusunda koşuşturan çocuklardan öğrendik. Ellerimiz titrerdi bizim, ne zaman o kadın, Rüzgar Gülü, gelip sarılsa kollarımıza. Biz aşkla dolamıyorduk öyle kolayca, biz aşk doluyduk zaten ancak taşıyorduk seller basıyordu cümlelerimizi onun varlığında. İnci taneleri toplar gelirdi o uzak diyarlardan, biz deniz kabuklarının varlığını bile ancak görebiliyorduk misafirlik camekanlarda.

    Onun gelişi de güzeldi, gidişi de. O geldi, "Hoş geldin!" dedik, gitti sustuk kaldık sadece. Çok da keman sesine alışık değildi sevdalarımız, biz sazların tellerine bağlı kaldık, türkülerde anlatılıyordu hikayelerimiz her ne kadar gençliğimizi Teoman anlatsa da.. Biz o çocuklar asla olmadık, o kadınlar asla bize sarılıp uyumadı. Biz üşüdüğümüzle kaldık, o kadın da bize ait naif rüyalarla. Belki şimdi mutludur uzak bir diyarda, biz gelişine teşekkür ettik de yüzüne hiçbir zaman söyleyemedik mesela, bir dudak temasında!

    - Olsun be Rüzgar Gülü, sen geldin ya hayatlarımıza biz müteşekkir. Olsun be deli fırtına, yıkıp geçsen de varlığımızı aykırılığında, biz aynı parlak gözlerle bakıyoruz batan güneşe karşı. Sanki senin gidişlerin hep gecelere denk geliyor, biz hep seni arıyorduk sabah semalarında. Bulmadık, bulamayacaktık da, varlığın bile bambaşka. Kal öyle, kal orada..

    !---- spoiler ----!
  9. yalnızlık, melankoli, mutluluk ve saire…

    yalnız kalma, yalnız olma, yalnız hissetme… böyle yazınca ne kadar da yavan, anlamsız, gereksiz, yetersiz, saçma değil mi? söylerken öyle mi hâlbuki? şöyle ağız dolusu “yalnızım” demenin yerini tutabilir mi yazıvermek öylece?

    öyleyse, yazı yazabiliyorsak yalnızlık anlamını yitiriyor. kimse okumayacak olsa bile içimizdeki o irini akıtıyoruz ya, yetiyor belki. irin dedim, evet. çünkü çağımızın hastalığı etiketini en çok hak eden kavramlardan biridir yalnızlık. “yalnız bende değil yalnızlık hali” demiş ya zamanında orhan veli bir şiirinde; şimdilerde kime sorsak en yalnız olduğunu kanıtlamak ister gibi… yalnızlık yarıştırıyoruz adeta! baksanıza sayın tanrı bile yalnız kalamadığı için yaratmış işte insanları ve koca evreni! yalnızlık yarışında da birinciliği tanrıya kaptırdık desenize! bir de yalnızlık ona mahsus derler… yalnızlık, şeytandan bile önce kovulmuş tanrının katından!

    demek ki şimdiye kadar tarif edilmiş tüm günahlardan daha beter bir şey bu yalnızlık! tanrı bile ilk önce onu defetmiş başından… duruma buradan bakınca tanrı bir şeyler yaratmak istediği için değil yalnızlığı yok etmek istediği için ortaya çıkmış dünyamız! ne acı! şimdi tutun da bu dünyadan, yani bu sayın tanrının yalnızlığı başından savmak için ortaya çıkarttığı şeyden, medet umun; burada mutlu olun! olacak şey mi? yoksa bunun için mi sonsuz cennet vaatleriyle avutuluyoruz?

    bütün bunlar deli saçması geliyor değil mi? peki, böyle komplo teorisi tadında fikirlerimiz yoksa neden bu kadar çekilmez hale getirdik yaşamımızı? yapmayın lütfen; “ben bir şey yapmadım ki” diye düşünmeyin, gerçekçi olun! bakmayın siz mutsuzluklarını tüm dünyaya atfedenlere… onlar –hani şu eski şarkıdaki gibi– “en güzel anında, ince bir sızı” arayanlar… mutluluğu sürdürecek gücü bulamadığı için melankolinin serin sularına kendini bırakıverenler… yoksa siz de mi?

    evet, mutluluk için çaba gerekir; onu sürdürmek için uğraşmak gerekir; yenisini yaratmak için güç gerekir… oysa melankolik “takılmak” için kendimizi bırakıvermekten başkaca bir şeye ihtiyaç duymayız.

    kısacası, tek bir soru(n) var ortada; melankolik yalnızlar olarak mı yaşayacağız yoksa ipleri elimize alıp mutlu mu olacağız?

    hadi bakalım…
  10. bazı anlar gelir ve küsersin yaşamaya. anlamadan ve hiç yoklamadan senden götürdüklerini. biraz zamansız, biraz da tutarsız bir küsmek bu. hani dağın haberi olmaması gibi bu küsmeye.
    haziran uzaklaşır, eylüle sararır ya aylar, mevsimler yaprak döker günaşırı.
    bu küsmenin sonunda insan, etrafındakileri birer birer kaybeder mevsimler geçmese de. kalsa da hep haziran gibi.

    ve kediler için mutluluktur mart.
    peki hangi ay insana mutluluktur ki? diye sorulacak olsa da gücenir hep bu soru, yoklukta kalır.
    öyle anlar gelir ki, gitmek bile çaresizliktir yaşamak için.
    hâli başka bu sözü edilen, hayvanlardan tek farkı düşünmek olan avare insanların.
    öteden beri filozoflar dahi anlamamışken insanın varoluş sancısını, düşündükçe insan bu kayıtsız çemberin içinde yaşamanın anlamını hangi dilden çevirebilir ki ana dile?

    ve acaba hayvanlar düşünebilseydi insan gibi, zindan eder miydi insanın kararttığı kadar dünyayı? ses etmedim. teker teker düşen yağmur damlalarını seyrederken iç sesime kulak verip yalnızlığıma koyuldum.

    yine olduğu gibi.