1. vizontele’de, hayal kırklığının başkenti diyordu ahmet yaşadığı yere. belediye başkanı nazmi ise yaşadığı yeri sevmekten bahsediyordu aynı filmde. eğer ankara’ya uyarlayacak olursak, benim için ankara’yı sevmek ve sevmemek için geçerli gerekçelerin ekranda anlatılmasıdır bu iki karakterin ağzından dinlediklerim. baştan belirteyim, ben ahmet gibi hissedenlerdenim.

    alex proyas’ ın 1998 yapımı dark city adlı filminde söyle bir cümle vardı: çünkü saatlerce, saatlerce uyanık kaldım ama gece hiç sona ermiyor burada. ankara bana hep proyas’ ın karanlık şehrini anımsattı. şehrin üzerine çökmüş ve insanları esir almış bir kasvet ve gerilim havası. hep gri derler ya ankara için, iyimserliklerindendir zannımca o renk seçimi. oysa zifiri karanlıktır ankara.

    hiç kendisi olamamış gibi geldi bana hep. kendi halinde bir yer iken, bir mücadelenin başkenti olmuş ve akın akın gelen münevverler kendilerince tanımladıkları çağdaş medeniyete uydurmaya çalışmışlar onu. olmuş mu? olmamış. sonra bu mücadele meyve verince, ekmek çıkmış ortaya ve sonuç olarak, akın akın gelmişler çorum’dan, yozgat’tan, çankırı’dan ve diğer orta anadolu kentlerinden. öncekilerin batırdıklarını, onlar sıvamışlar şehrin çehresine. devlet-i aliyye’nin yenilikçi oligarklarının kentleştiremediği ankara’yı onlar da kasabalaştıramamışlar. velhasılı kelam, bir ucube çıkmış ortaya.

    belki de, necatigil’in dediği gibi; gizli bahçesinde açan çiçekleri vardı ve o vermeye az buluyordu bize. ama hiç bilemeyeceğim bunu. ankara, bir çocuk için bir başkasının annesi veya bir anne için bir başkasının çocuğu gibidir. özelliklede orada doğmayan veya orada üniversite okumayanlar ya da genç yasta oraya yerleşmeyenler için. hani ne anne kendi doğurmadığını, ne de çocuk kendisini doğurmayanı o kadar da sevemez ya, bende ankara’nın doğurmadığı çocuk olarak sevemedim ankara’yı.

    özlemiyor da olsam seni, sanma ki üzülmüyorum kızılay’ında biten kan çiçeklerine.

mesaj gönder