-
kimdi kimdi kalan
giden mi suçludur her zaman?
ne zaman başlar ayrılıklar
dostluklar biter ne zaman
her geçen gün bir parça daha
aldı götürdü bizden
aynı kalmıyordu hiçbir şey
değişiyordu her şey
kendiliğinden
artık çözülmüştü ellerimiz
artık bölünmüştü yüreğimiz
birimiz söylemeliydi bunu
ötekini incitmeden
kimdi giden kimdi kalan
aslında giden değil
kalandır terk eden
giden de
bu yüzden gitmiştir zaten
murathan mungan -
''
kendi olarak, sana gelen
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan
o, işte...'' oruç auroba -
masa da masaymiş ha
adam yaşama sevinci içinde
masaya anahtarlarını koydu
bakır kaseye çiçekleri koydu
sütünü yumurtasını koydu
pencereden gelen ışığı koydu
bisiklet sesini çıkrık sesini
ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
adam masaya
aklında olup bitenleri koydu
ne yapmak istiyordu hayatta
işte onu koydu
kimi seviyordu kimi sevmiyordu
adam masaya onları da koydu
üç kere üç dokuz ederdi
adam koydu masaya dokuzu
pencere yanındaydı gökyüzü yanında
uzandı masaya sonsuzu koydu
bir bira içmek istiyordu kaç gündür
masaya biranın dökülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanıklığını koydu
tokluğunu açlığını koydu.
masa da masaymış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki sallandı durdu
adam ha babam koyuyordu.
edip cansever -
dağlarının, dağlarının ardı,
nazlıdır.
uçurum kıyısında incecik bir yol
gider dolana - dolana,
bir hastan vardır, umutsuz,
belki ayşe, belki elif
endamı kuytuda başak,
memesinin, memesinin altında,
bir sancı,
bir hayın bıçak...
ölüm bu,
fıkara ölümü
geldim, geliyorum demez.
ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü,
ya da seher, mahmurlukta,
bakarsın, olmuş olacak.
bir hastan vardı umutsuz,
hasreti uykularda,
hasreti soğuk sularda.
gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,
iki mavi, kocaman korku çiçeği,
açar, derin kuyularda...
dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.
hiç akıl edip de düşünen var mı?
gün kimin hesabına tutar akşamı,
rahmetinden kim demlenir bulutun,
hayırlı evlat makina
nasıl canavar kesilir.
kurdun, karıncanın rızkını veren
toprak nasıl ayartılır,
yüz vermez topal öküze,
ve almaz koynuna kara sabanı.
sepetçioğlu'm kömür işçisidir,
mavzer değil, kürek tutar urfalı nazif
mal, haraç - mezattır,
can, pazar - pazar.
kırmızı, ak ve esmer,
yumuşak ve sert buğdaları
yaratan ellerin sahibidir bu,
kör boğaz, nafaka uğruna,
haldan düşmüş, tebdil gezer...
dağlarının, dağlarının ardı
nasıl anlatsam...
ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.
çırılçıplak,
vay kurban...
"kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda."
yiğitlik, sen cehennem olsan bile
fedayı kabul etmektir,
cennet yapabilmek için seni,
yoksul ve namuslu halka.
bu'dur ol hikayet,
ol kara sevda.
seni sevmek,
felsefedir kusursuz.
imandır, korkunç sabırlı.
ip'in, kurşun'un rağmına,
yürür pervasız ve güzel.
sıradağları devirir,
akan suları çevirir,
alır yetimin hakkını,
buyurur, kitabınca...
gün ola, devran döne, umut yetişe,
dağlarının, dağlarının ardında,
değil öyle yoksulluklar, hasretler,
bir tek başak tanesi bile dargın kalmayacaktır,
bir tek zeytin dalı bile yalnız...
sıkıysa yağmasın yağmur,
sıkıysa uyanmasın dağ.
bu yürek, ne güne vurur...
kaçar damarlarından karanlık,
kaçar, bir daha dönemez,
sunar koynunda yatandan,
hem de mutlulukla sunar
beynimizin ışığında yeraltı.
her mevsim daha genç, daha verimli,
sunar, pırıl - pırıl, sebil,
ömrünün en güzel aşk hasadını,
elimizin hünerinde yeryüzü.
dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar,
bir'e on, bir'e yüz'le akşama gebe
şafakla doğan işgücü.
yalanım yok, sözüm erkek sözüdür,
ol kitapta böyle yazılıdır,
ol sevda, böyledir çünkü...
(bkz: ahmed arif) -
bilerek mi yanına
almadın giderken
başının yastıkta
bıraktığı
çukuru
güveniyordum
oysa ben sevgimize
vapur iskelesi
ya da tren istasyonundaki
saatin doğruluğu kadar
beni senin gibi
bir de annem terketmişti
ki göbeğimde durur
onun yokluğundan
bana kalan
çukur
(bkz: sunay akın) -
beni güzel hatırla
bunlar son satırlar...
farzet ki bir rüzgardım
esip geçtim hayatından
ya da bir yağmur
sel oldum sokağında
sonra toprak çekti suyu...
kaybolup gittim
belki de bir rüyaydım senin için
uyandın ve ben bittim...
beni güzel hatırla
çünkü sevdim seni ben
her şeyini...
sana sırdaş oldum
dost oldum koynumda ağladın
yüzüne vurmadım hiçbir eksikliğini
beni üzdün kınamadım
alışıktım vefasızlığa
el oldun aldırmadım...
beni güzel hatırla
sayfalarca mektup bıraktım sana...
şiirler yazdım her gece
çoğunu okutmadım
sakladım günahını sevabını içimde
sessizce gittim...
senden öncekiler gibi sen de
anlamadın...
beni güzel hatırla
sana unutulmaz geceler bıraktım
sana en yorgun sabahlar...
gülüşümü
gözlerimi
sonra sesimi bıraktım
en güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka...
söylenmemiş merhabalar sakladım her köşeye
vedalar bıraktım duraklarda...
ne ararsan bir sevdanın içinde
fazlasıyla bıraktım ardımda...
beni güzel hatırla
dizlerimde uyuduğunu düşün
saçını okşadığımı
üşüyen ellerini ısıttığımı
mutlu olduğun anları getir gözünün önüne
alnından öptüğüm dakikaları...
birazdan kapını çalan kişi olabileceğimi düşün
şaşırtmayı severim biliyorsun
bu da sana son sürprizim olsun
şimdi seninle yaşan günleri ateşe veriyorum
beni güzel hatırla
gidiyorum... -
nazım hikmet'in yaşamaya dair triosudur:
1
yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
2
diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
3
bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
böylesine sevilecek bu dünya
"yaşadım" diyebilmen için...
(bkz: nazım hikmet) -
benim için mevlana'dan şemsin gidişi üzerine yazdığı etme şiiridir.
duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.
sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı?
hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme.
çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru.
çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme.
ey ay, felek harab olmuş, altüst olmuş senin için...
bizi öyle harab, öyle altüst ediyorsun, etme.
ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi,
sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme.
sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan.
ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.
bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan.
gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme.
aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer;
aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.
ey, cennetin cehennemin elinde oldugu kişi,
bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.
şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize,
o zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme.
bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle.
huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme.
harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı.
ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme.
isyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil.
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme. -
eski avluda
bir çiçek açtığında
bir eski avluda
diyor ki;
çalıda sarı bir çiğdemim ben
ve senin çok eski cümlen.
sen otursan, gitmemiş ki! olsan
ben sana bir eski endülüs avlusu
istersen serin bir portofino getirsem
ya da yedigöllerin yedisini birden.
bir çiçek açtığında
bir eski avluda
diyor ki;
her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken
buldum buluşturdum kendime geldim
tek eksik sensin! incecik, çilli bir dille
sen de gelsen.
ben sana kırmızı kiremitli bir çatı
begonviller ve bir mavi kapı
ve illa amansız bir avlu getirsem.
dünya soğur, akşam serinlerken,
benim sensiz sevinecek bir şeyim yok.
kılı kırk yardım, altını üstüne getirdim,
ve işte en geniş cümlem:
içimi açtım sana,
içini açmak için. -
ilerleyen aydınlığın içindeyim
ellerim iştahlı, dünya güzel.
gözlerim doyamıyor ağaçlara
ağaçlar öyle ümitli, öyle yeşil.
güneşli bir yol gidiyor dutlukların arkasından
mapushane revirinde penceredeyim.
duymuyorum ilaçların kokusunu,
bir yerlerde karanfiller açmış olacak.
işte böyle laz ismail,
mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele!
nazım hikmet