1. hayata giriş

    burada yazılanlar hayatımızdan alınan parça hikayelerdir. bizler 20 yaşında tek bedeni yaşayan 3 arkadaşız. hepimizin fikirleri farklı olsada ortak çözümlerle hareket ederiz. aramızda tartışma çıksada bunu dışarı yansıtmayız. aslında bizler böyle mutluyuz. dışardan bizi tek bir beden olarak görsenizde, biz aslında 3 kişinin ruhuna sahibiz. sizlerin arkadaşlarınızla paylaştıklarınızı biz içimizde yani kendi aramızda paylaşıyoruz. bu hikayeyi yazmamızda ki amaç ise azıcıkta olsa bizleri tanımanız ve hayatımızı anlayabilmeniz. yada anlamayın pekde umrumuzda değil açıkcası. ama şunu iyi bilin ki sizleri bir tek bizim gibi farklı bakış açısına sahip insanlar anlayabilir. ailenizle, arkadaşlarınızla, bedeninizle yaşadıklarınızı hiçkimseye anlatamadığınız zamanlar bizler geliriz. sizleri dinleriz ve fikirler veririz.
    bundan 4 yıl önce birbirimizle tanıştık. yalnızlığın en dibinde vakit geçirirken karşılaştık. başta ürperdik, korktuk birbirimizden. ama sonunda anlaştık birbirimizle, dışlamadık birbirimizi. ve tam 4 koca sene dostluk ettik. iyisiyle kötüsüyle fikirler paylaştık. ''nasıl olabilir ?'' tarzı sorularınızı duyar gibiyim ama oluyo, hiç beklemediğiniz bir anda bedeninizde ve aklınızda sizin gibi düşünmeyen farklı fikirlerin olduğunu fark ediyorsunuz. başta onları apsorbe etmeye çalışıyorsunuz ve ilk zamanlar bunu başarıyorsunuzda. o aklınızdakiler belli bir süre susuyorlar ve sessizliğe bürünüyorlar. ama hayatınızın en can alıcı noktalarında yani insanın hayat ipinin ayrıldığı zamanda tekrar konuşmaya başlıyorlar. fikirlerini söylüyorlar, düşüncelerini dile getiriyorlar yani benliklerini ifade ediyorlar. biz burdayız bize kulak ver diye haykırıyorlar. bunlara dayanamayıp teslim olduğunuzda ise onlarla artık bedeninizi paylaşmış oluyorsunuz. ilk zamanlar içinizdekiyle konuşmak çok garip gelsede zamanla buna alışıyorsunuz. onların fikirlerini dinliyorsunuz ve hayata daha farklı açıdan bakıyorsunuz. yalnızlığınızı ve en özel anılarınızı onlarla paylaşıyorsunuz. aslında böyle söyleyince çok garip gelsede kendi dostlarınızı yaratmış oluyorsunuz. sadece fikirleri ve düşünceleri sizinkilerden farklı olan, sizleri hiç bırakmayacak olan dostlar..
  2. mavi sessizlik


            onlarla tanıştıktan sonra hayatım gün ve gün değişti. fikirlerim, düşüncelerim adeta patlama yaşıyordu. tabi bu düşünceler ve fikirler sosyal hayatımada etki etmeye başlamıştı. okulum, ailem, arkadaşlarım hiçbirşey fark etmemişlerdi ama ben değişmeye başlamıştım. bu değişim hayatıma fiziksel olarak değilde ruhsal olarak etki etmişti. bir problemle karşılaştığınız zaman 3 tane farklı karar aldığınızı düşünün. sonra bu kararları kendi içinizde moleküllerine ayırana kadar inceliyorsunuz. hatta öyle bir noktaya geliyorsunuz ki kendinizle çelişiyorsunuz. bu çelişkiler sizi içten içe başkalaştırıyor. hayatınızı kesik kesik yaşamak zorunda kalıyorsunuz. bazen bir avuç sesizlik için ruhunuzundan bir parça vermeye bile razı oluyorsunuz. sadece sessizlik, istediğiniz tek şey bu oluyor. siz sessizlik istedikçe içinizdeki daha baskın gelmeye başlıyor. sonunda kaybeden her zaman sizin bedeniniz oluyor. bu zamana kadar düştüğümüz bütün fikir ayrılıklarının üstesinden gelmeyi başardık. peki ya başaramasaydık ? işte insanların anlayamadığı nokta da tam olarak burası. bir insanın karakteri bölünüyorsa onu serbest bırakmalı ve aralarındaki uyumun sağlanmasını izlemeli. başarılı bir şekilde uyum sağlanırsa o insan yalnızlığın ne demek olduğunu bile unutuyor. kendi kendine yetinmeyi öğreniyor. aldatılmayı, sahte gülüşleri, arkasından dönecek oyunların hiçbiriyle karşılaşmadan yaşıyor hayatını. bu göreceli bir kavram olduğu için kişiden kişiye değişsede bizim fikrimiz bu yönde. birde bu olaylar yaşanırken dışardan gelen tepkileri görmemezlikten gelmek var. insanların sizi hasta varlıklar olarak görmesi, sizlerin kişilik bozukluğuna sahip bireyler olarak tanımlaması. onların acınası karakterlerine mi üzülsem yoksa bizi hiçbir zaman anlayamayacaklarına mı ? açıkcası bilmiyorum. bu bir hastalık değil. hastalık olsaydı başımız ağrır, ateşimiz çıkar veyahut midemiz bulanırdı. hastalık dediğiniz fiziksel olarak tanımlanan ve bedenin bundan olumsuz etkilenmesidir. bir insan depresyondaysa buna psikolojik rahatsızlık denmez, denemez. bizlerin bu şekilde mutlu olmasını, insanlar nedensiz bir şekilde garip buluyor. biz bu şekilde mutluyuz, ruhumuz mavi sessizlikte huzurlu bir şekilde yaşıyor.
                    bizler aslında varla yok arasındayız, kimsenin sevmediği ama çok sevilenleriz...
  3. Küçücük bir papatya
    !---- spoiler ----!

    Küçük evlerinin küçücük bahçesinde açıyordu her yıl kocaman boyları olan papatyalar. Devasa taç yaprakları ile baharlarını renklendiriyordu Can'ın. Uyandığı gibi hızla bahçeye koşup annesinin oralarda olup olmadığını kontrol etti, ortalıkta görünmüyordu kendisi. Çiçeklerinin koparılmasından nefret ederdi çünkü. Büyük bir suçlulukla ve çok sayıda olduğunu için koparılacağı fark edilmeyeceği düşüncesiyle bir adet papatya kopardı köküne yakın bir yerden. Sokağa koştu hemen sabahın henüz serin olduğu bir sahil kasabasında. Yollarda elinde çiçek koşarak giderken kendisini sorguya çekmeye kalkan amcalara hiç umursamadı bile. Sahil alanını boydan geçip kayalıklara vardığında, Can durdu aniden. Sağına soluna bakındı, bekledi. Biraz daha.. Biraz daha.. Gelen giden yoktu. Sabah koşusundan sonra sahilde yürüyüş yapan Ayşe ablası kendisini bekler halde görünce yanına gelip sordu, "Hayırdır Can, erkencisin bugün?" Soru cevaplanamayacak kadar zordu ancak sorgulama devam ediyordu, "çiçeğin de güzelmiş, benim için mi?" dedi gülerek. "Yok Ayşe abla, Ece için koparmıştım.." derken çocukluğunun tüm utangaçlığı bir araya toplanmıştı yüzünde, yanaklarında, zorla çiçeği tutabilen avuçlarında. Biraz düşünüp cevap verip vermemek arasında kalan ablası dayanamamıştı, "Ah canım benim, onlar dün gece gittiler bile çoktan" diyerek sarıldı Can'a.. O dakikaya kadar kocaman olan papatya, artık küçücüktü denize atıldığında.

    !---- spoiler ----!
  4. yarindan bugüne

    zaman geçtikce karakterim tanımlayamayacağım şekilde değişiyordu. iyi yönde mi kötü yönde mi, bunu çözememiştim ama değişimi hissedebiliyordum. bu karakter değişimi okul dönemine denk geldiği için zaman zaman bunalımlar yaşıyordum. arkadaşlarım bende bir gariplik olduğunu hissetselerde belli etmiyorlardı. belli edenler ise ''iyi misin ? birşey mi oldu ?'' tarzı klişeleşmiş sorular yönlendiriyordu. bu tarz sorulara o kadar çok maruz kalıyorsunuz ki kendinizi istemsizce bunalımın içine sürüklenmiş buluyorsunuz. gün gün bölünmeye ve ayrışmaya başlıyor karakteriniz. göz açıp kapayıncaya kadar bunalımın en dibinde oluyorsunuz. karakter bunalımı yaşamanın en kötü yanı ise duygularınızın sürekli değişime uğramasıdır. ilk gün görüp hoşlandığınız kişiyi tanımlayana kadar ondan nedensiz bir şekilde soğumuş oluyorsunuz. belli bir nedeni olmadığı halde o kişiye soğuk davranmanız ilişkilerinizi olumsuz yönde etkilesede siz bunun farkında olmuyor, olamıyorsunuz. bağlanma duygunuzu yitirmiş bir biçimde ortalıkta savruluyorsunuz. birilerine bağlanmak da sizin için ulaşılabilecek bir hedef gibi geliyor. ulaşılması imkansız olan bir hedef. o zamanlar bu durumdan ruhum o kadar bunalmıştı ki adeta birilerine içimdekileri kusasım geliyordu. yapabildiğim tek şey ise bu duruma sebep olan sırdaşlarımla konuşmak oluyordu. ne kadar ironik bir durum yada sizlerin tabiriyle ''ne kadar vahim bir durum''. bizler alıştık sizlerin bu durumlara karşı vermiş olduğunuz tepkilere, sizlerde bizlere alışacaksınız.
  5. (yazalı neredeyse 6 sene oluyor. unutmaya başlamıştım hatta. ama son zamanlardaki idam muhabbetleri hatırlattı tekrar)

    yeni uyanmıştı. demir parmaklıklardan içeriye süzülen birkaç ışık hüzmesi gözlerini kamaştırmaya yetmişti. kısa sürede alıştı gözleri az da olsa gelen bu ışığa. yeni uyanmanın verdiği sersemlik çoktan üzerinden gitmiş, düşünceli bir şekilde ışığa bakıyordu. o halde ne kadar durduğunu bilmiyordu, önemi de yoktu geçen zamanın, ne de olsa yapacak hiçbir şeyi yoktu bomboş karanlık bu odada.

    hayatı aslında gayet güzel gidiyordu kevin’in. isabel’i çok seviyordu, isabel de onu. kasaba halkından saklıyorlardı bu aşklarını, daha çok gençlerdi çünkü. bu büyük aşklarını yalnızca en yakın dostu chris biliyordu, çocukluğundan beri en yakın dostu olan chris. kevin büyüdüğünde sabahtan akşama kadar tarlalarda çalışmak istemiyordu. bu yüzden gizli gizli simya ve tıp dersleri alıyordu. gizli gizli alıyordu bu dersleri çünkü kilise tüm bilim dallarını yasaklamış, araştırma ve sorgulamayı suç kabul etmişti.
    bir gün annesi ve babası, rahatsızlanan büyükannesinin evine gitmişlerdi. evin tek çocuğu olduğu için evde ondan başkası yoktu. gecenin bir yarısı canı sıkılmış, kafasını dağıtmak için yeni formüller türetmeye çalışmıştı. bir sıvı alıyor diğerine döküyor, onu alıyor bir başkasının içine döküyordu. birden kapının hiddetle çalındığını duydu. hemen ardından zaten çok da sağlam olmayan kapı kırıldı. gelen muhafızlardı. ne olduğunu anlayamadan kendini yüzüstü yerde yatarken buldu kevin. yaka paça götürüldü. günlerce zindanda tutuldu, aç kaldı, susuz bırakıldı. tüm bunların neden olduğunu bile bilmiyordu, ta ki en yakın dostu chris’ten o mektup gelene kadar:

    “kadim dostum kevin. tüm bu yaşadıklarından sorumlu olan kişi benim. gizli gizli dersler aldığını ben ihbar ettim. peki bunu neden yaptın diye soracaksın elbette. bunu itiraf etmek çok zor sevgili dostum ama isabel’e deliler gibi aşığım ve ona ulaşmak için ne yapmam gerekirse yapabilirim. gözüm ondan başkasını görmez oldu sevgili dostum. onunla arama giren tüm engelleri kaldırmam gerekiyordu. bu yaptığımdan dolayı sana ne kadar özür dilesem de beni affetmeyeceğine eminim. dostun chris.”
    bu satırları okuduktan sonra beyninden vurulmuşa dönen kevin ne yapacağını ne düşüneceğini bilemez hale geldi. en yakın dostu onu ihbar etmiş daha da kötüsü bunu isabel’e olan aşkından yapmıştı. saatlerce sessizce oturdu, bir süre sonra uykuya daldı, sağ elinde dostu chris’ten gelen mektup, sol elinde çok sevdiği isabel’in ona verdiği ölene kadar takacağına söz verdiği kolye.

    o, ışık hüzmesine öylece dalıp gitmişken bir elinde mektup bir elinde kolyeyle, dışarıda tüm kasaba halkı toplanmış, darağacı kurulmuştu. biliyordu başına geleceği, yaptığı kiliseye göre suçtu ve idam edilmesi gerekiyordu. bu yaptıklarına büyücülük ve halkı kandırmak deniyordu, hâlbuki tek istediği aşığı olduğu tıp ve simyayla uğraşmaktı. ne büyü yapmak istiyor ne de insanları kandırmak istiyordu.
    birkaç dakika sonra içeriye muhafızlar girdi. zindanın pis ve rutubet kokan havası neredeyse muhafızları bayıltacaktı. kevin ise günler önce alışmıştı bu kokuya. kollarından tutup kaldırdılar. duvara bağlı olan zincirlerini çözdüler. ayaklarında prangalar, ellerinde zincirler vardı. günlerdir aç olduğu için hiç hali de kalmamıştı kevin’in. o pis odadan çıktıktan sonra biraz daha temiz olan havayla tanışmanın tadını çıkardı. yürüyemiyor fakat son yürüyüşünü de kendisi yapmak istiyordu. zeminden tavana kadar taşlarla döşeli olan koridor hiç bitmeyecek gibi geliyordu. bir süre sonra sağa döndüler ve birkaç metre sonra gün ışığına kavuştular. gözleri aşırı derecede acımıştı bu aydınlık yüzünden. etrafına bakmak istiyor fakat hiçbir şey göremiyordu. birkaç dakika sonra etrafındakileri seçmeye başladığında tüm kasaba halkının orada olduğunu gördü. kalabalığın arasında ince bir koridor oluşmuştu. koridorun öbür ucunda ise onu isabel’den ayıracak olan ip bir tahtaya asılmıştı. tüm kasaba kevin’i tanır ve çok severdi. hiç kimse böyle bir şey yapabileceğini aklından bile geçirmezdi. “yapsa bile kötü bir niyeti olmaz onun” derlerdi. fakat şu an o çok sevdikleri kevin büyücü sıfatıyla darağacına yürüyordu. tüm kalabalık ona bakıyordu, kimi acıyan gözlerle, kimi sevgi kimi öfke dolu gözlerle ona bakıyordu. kalabalığın en önünde anne ve babasını görmüştü. ağlamaktan bitap düşmüşler, ayakta dahi duramıyorlardı. biraz arka sıralarda dostu chris’i gördü, gözünden akan yaşlara engel olmak istiyordu fakat olamıyordu. içinde tam bir duygu seli vardı chris’in. gözlerinden akan yaşlarla birlikte acısı da akıp gitmeye başlamıştı. chris’in hemen yanında, isabel’in bakmaya doyamadığı o güzel yüzünü gördü. bıraksalar koşup boynuna sarılacak saatlerce ağlayacaktı. fakat yapamıyordu. bir büyücüyü sevdiği için idam edilebilir, ailesi çevredekiler tarafından dışlanabilirdi. bunu onlara yapmak zor geliyordu ona. son kez göz göze geliyorlardı, ellerinde olsa zamanı durduracaklardı, fakat ellerinden tek gelen o anı doyasıya yaşayabilmekti. isabel’in gözlerinden aldığı güç ile yere daha sağlam basmaya başlamıştı kevin.
    sonunda gelmişti darağacına. ayağı basamaklara çarptığında fark etti bunu. kafasını kaldırdı şöyle bir baktı asılı duran ipe, sonra isabel’e döndü. vakit gelmişti. basamakları tek tek çıktı. ip boynuna geçirildikten sonra cellat kendisinden son isteğini sordu. isabel’e baktı, ona sarılamayacağını biliyordu bakmakla yetindi yalnızca. kafasını sağa sola salladı isteğinin olmadığı belirtmek için. son sözlerini söylemek için yutkundu. halsiz olmasına rağmen bağırmaya çalıştı.

    “buradan baktığımda ailemi, yıllarımı birlikte geçirdiğim komşularımı, dostlarımı ve çok sevdiğim insanları görüyorum. kiminiz inanıyor bunu yaptığıma kiminiz inanmıyor, kiminiz neden burada olduğumu bile bilmiyor belki de, kiminiz ise zaten buna sebep olanlar arasında. buradan baktığımda hayatımda tanıdığım tüm insanların gerçek yüzünü görüyorum. ne acı ki tüm bunları şu anda görebiliyorum. kimin ne için neler yapabileceğini, kimin ne yapmayacağını daha iyi görüyorum. ve gerçek aşkı, bir insanın sevdiği bir insan için neler yapabileceğini şu anda burada görüyorum. kaldırın kafalarınızı ey dostlarım, kuru toprağa bakan yüzünüzü yukarıya çevirin, yıllardır size okuttukları saçmalıklarla dolu olan kitaplardan kafanızı kaldırın. onlar size gerçek dostluğu gerçek aşkı öğretmez. etrafınıza bakın. ne görüyorsunuz? şaşkın şaşkın bakan sürüyle insan. fakat hepsi öyle mi? elbette değil. anlamaya çalışın dostlarım. bir sevda uğruna boynuna ip geçirilen şu dostunuzu anlamaya çalışın. idam mı edileceğim? edileyim fark etmez. çünkü ölüm yalnızca uzaklaşmaktır kısa bir süreliğine sevgiliden, ta ki o da yanına gelene kadar.” cümlesini bitirdikten hemen sonra ayağının altındaki tahta plaka çekilmişti. isabel birden kalabalığı yararak kevin’in yanına kadar koştu. tutup onu kaldırmaya çalıştı, ölümden kurtarmaya çalıştı. fakat kevin artık nefes almıyordu. son bir kez kevin’in gözlerine baktı ve “yanına geliyorum sevgilim” diye bağırarak göğsüne hançeri sapladı. en yakın dostunu ve uğruna en yakın dostunu idama sürüklediği isabel’i gözleri önünde yitiren chris olduğu yerde dondu kaldı. isabel’in bunu yapmasını beklemiyordu. kalabalıktan sessizce uzaklaştı. biraz ileride dar bir sokağa girdi. kevin’in dediklerini düşündü birkaç dakika, en yakın dostunun son sözlerini. sevdiği uğruna her şeyi yapabilecek olan aşığın aslında kendisi olmadığını anladığı anda, insanlar azrail’in kulakları sağır eden çığlığını andıran silah sesiyle irkildi. artık dostlar ve sevgililer tekrar bir araya gelmişti.
    jimi
  6. karanlık geçit
    !---- spoiler ----!

    Karanlığın iyiden iyiye kendini hissettirdiği bir saatte, "Yola yarın mı çıksak Ahmet?" sorusunu yöneltmişti eşine Arzu. Gece yolculuklarını oldum olası sevememiş ancak çokça yapmak zorunda kalmışlardı memuriyet yaşamlarının çalkantıları içerisinde. "Yine başlama kuzum," cevabıyla aracına yöneldi Ahmet valizleri ve diğer birkaç poşet dolusu eşyayı kucaklarken. Arzu'ya pek de seçenek bırakmayan bir kararlılıktı bu. Sıralı dağların arasındaki dar bir ovanın düzlüğünde, hiç alışamadıkları bir ilçe yaşamı sürdükleri için sık sık yakındaki şehirlerdeki aile dostlarını ziyarete giderlerdi. Bu kez de birkaç günü birleşmiş bir tatil dönemiyle bu kaçamağı yapacaklardı. Evlerinden birkaç dakika içerisinde çıkmışlar, sırayla açık-kapalı olması gereken ev aletleri-tesisatlarının listesini kontrol ediyorlardı sohbet ederek. İlçeden çıkışı simgeleyen ağaçlıklı yola girdiler. Arzu'nun bisiklet gezileri yaptığı bu dar ancak mis kokulu yol belki de bu ilçe yaşamının tek güzel yanıydı onun için.

    Gözünü yoldan ayırmamaya çok dikkat eden Ahmet, kendince mırıldanan Arzu'ya bir anlığına baktı ve o anda ileride bir ışığın yanıp söndüğünü içten içe hissetti. Hızla arabanın gaz pedalını bırakıp direksiyona sarılma tepkisini gösterdiğinde, ilerideki hemzemin geçide doğru baktı bir an. İleride veya sağdan-soldan gelen hiçbir araç veya geçide yaklaşmış bir tren görünmüyordu. Zaten kırmızı ışığın yanıp sönmesi ve hemzemin geçide yeni eklenmiş otomatik bariyer kollarının ağır ağır ve yüksek sesli uyarıyla kapanması gerekirdi. Yine de hemzemin geçide birkaç yüz metre kala aracının hızını kesmeye başladı Ahmet. İhtiyatlı araç kullanma konusundaki içgüdüleriyle, ağaçların arasındaki boşluklardan yine de tren yolunu göz ucuyla incelemeye devam etti. Geçit üzerindeki bozuk satıh sebebiyle aracına hasar vermemek adına biraz daha yavaşladı. Öndeki tekerlekler demirlerin kısmi yüksekliğine değdiğinde biraz gaza dokundu Ahmet, aracının arka tekerlekleri de raylara temas ettiğinde Arzu'nun sağır edercesine çığlığı ile kafasını sağa çevirdi aniden devasa ışıklarıyla ve araca birkaç metre kalasıya kadar uzun uzun kornasına asılan devasa bir trenin camları yararak kendisiyle Arzu'yu aniden sıkıştırdığını ve aracı kağıt gibi buruşturduğunu gördü. Kalbi durmuş, gözleri o ana kilitlenmiş, aklında binlerce acı üst üste kendini kurguluyordu. Çok daha sert bir fren sesi darbesiyle kendine geldiğinde ise yine Arzu'nun çığlığını ve yükselen sesini duydu, hızla emniyet kemerini kavrayıp Arzu'ya sarıldı Ahmet. Çevresine bakmak için birkaç saniye bekleyip Arzu'nun sorulara boğan sesini duyduğunda kafasını kaldırdı, araç sert bir fren yaparak geçitten yaklaşık yüz metre sonra durmuştu. Arzu iyiydi, yalnızca emniyet kemeri ile Ahmet kendisini biraz fazla sıkmıştı o kadar. Hiç konuşmadan bakıştılar bir süre, Ahmet'in yüzü bembeyazdı ve ağlıyordu. "Hadi dönelim hayatım," diyebildi sadece "uykusuzum sanırım, biraz dinlenmek istiyorum" diyebildi Arzu'yu yanağından öptü ve aracını dar yolda birkaç manevra ile çevirdi. Hızla geriye hemzemin geçide yaklaştı, sorun ise Arzu'nun yaklaşan bir tren sesi ile alçalmaya başlamış hemzemin geçit bariyerlerini görmüş olmasıydı... Ne kadar bağırdıysa da araç büyük bir hızla bariyerleri geçerek bu kez gerçekten geçen trenle büyük bir gürültüyle çarpıştı. Geriye araç parçaları, trenden koşarak uzaklaşan insanlar, siren sesleri ve yarım kalmış hayaller ile güvenliği 4-5 katına çıkarılmış, adı "Karanlık Geçit" olarak değiştirilmiş bir hemzemin geçit ile birkaç gizem kaldı. Çözülmeyecek türde.
    !---- spoiler ----!
  7. havalı araba

    2015'in sıcak bir yaz günüydü; daha mayıs ayında deniz-temiz hava-yazlıkçı komşu-organik gıda kombinasyonunu tercih eden ailesi tarafından yalnız bırakılan ben, çatı katındaki evde sıcaktan da bunalmaya başlamıştım. evin hiçbir yeri, hiçbir türlü esmiyordu, tebdil-i mekanda ferahlık yoktu. En sonunda, klima gibi usta-ev sahibi ilişkisi gerektirmeyecek, yeri değiştirilebilecek, nispeten ekonomik bir çözüm olarak vantilatörü buldum.

    rahat ulaşıp sorunsuz park edebildiğim yerlerden Kentpark'taki media markt'a gitmeye karar verdim. Her zamanki gibi otopark tabelasındaki sayılardan hedef katı belirleyip 4. bodrum katına -bir yandan da kat geçişlerinde araçlarını park edenlerin üşengeçliğini aşağılayarak- indim ve Suzi'yi avm giriş kapısının hemen önüne gururla park ettim.

    Ne istediğini bilen müşteri edasıyla girdiğim mağazada, satış temsilcisinin gösterdiği çakma transformers görünümlü, 360 derece dönebilen modeli, "güzelmiş ama benim o derece bir şeye ihtiyacım yok" esprisiyle püskürterek, fiyat-performans ilişkisinin en yüksek olduğunu düşündüğüm modeli, satış temsilcisini de "hah benim aynen böyle bir şey almam lazım; tekerlekli, su hazneli, uzaktan kumandalı, uyku modlu" cümlesiyle de ikna ederek kasaya yönlendirildim.

    flamalı alışveriş arabasını da süren temsilcinin centilmenliği kasayı geçene kadardı, artık yalnızdım. Mağazanın hemen çıkışındaki asansörün varlığı içime su serpmişti. Ta ki içine girene kadar. Kısmi meslektaşlarım proje aşamasında binanın mimarisini/statiğini çalışırken asansörü 3. bodrum kattan başlatmayı uygun görmüştü.

    Araç trafiğinin yanından geçerek flamalı ve vantilatörlü arabayla bir alt kata yürümekten başka çarem kalmamıştı. Yokuş aşağı arabanın frenleri tutmuyordu ama küfür etmemek için ben kendimi tutuyordum. Suzi'yi bıraktığım yerin de jeopolitik bir önemi kalmamıştı artık, bir an evvel arka koltuktaki vantilatörle eve gidip serinlemeliydim. ama çilem daha bitmemişti.

    Yükte hafif, hacimde büyük paketle 72 basamak çıkmak bir işkenceydi. Neden kollarım biraz daha uzun değildi, neden sadece o an için süper dişi değildim. Eve girdiğimde ter içinde kalmıştım. ama vantilatör beni serinletecekti, tabi kurulumunu yaptıktan sonra.

    kutunun içinden çıkan parçalar bana kinder surprise zamanlarımı hatırlatmıştı. onları da tarife bakmadan birleştir(e)mezdim, bunda da prensibimi bozmayacaktım. Kitapçık adım adım anlatıyordu, kule misali aşağıdan başlayacaktı montaj. taban ağırlaştırma takımı, taban kilit somunu, tekerlek derken havaya girmiştim. sanki seyircim varmış gibi "kilit somunu tekerlekleri yeterince iyi kavramadı mı acaba" deyip üstten biraz bastırmamla takım ruhunu bozduğumun göstergesi oyundan kopuşlar başlamıştı. Neyse canım, vantilatör kurulduktan sonra kucakta da taşınabilirdi, hem zaten halı tekerleklerin hareketi için de uygun değildi. Yine de bundan sonraki aşamalarda gücümü daha kontrollü kullanmayı seçerek kafes kısımlarına kadar gelmiştim.

    bu aşama benim için iki açıdan çok önemliydi; hem bunu beceremezsem yaptığım onca (!) montaj ve masraf boşa gidecekti, hem de kanaviçecilerin yüz karası olarak yıllardır takamadığım kasnakla gıyabında yüzleşip "bak sorun bende değil, sende" diyebilecektim. Tarifte "biraz kuvvetle monte ediniz" yazıyordu ama bu sefer öyle yapmayacaktım, şiddetten hayır gelmiyordu. ön kafes ve arka kafesi birlikte tutup sarılarak kendi kafesime yaklaştırdım ve sıcaklığımı, onların birleşmesine olan ihtiyacımı hissettirdim, işe yaramıştı.

    bu hikayeye bir son lazımdı
    öyle uzaktan, uzaktan hiç konuşmadan nasıl da bağladın beni :)

    !---- spoiler ----!

    ilhamından ve motivasyonundan ötürü densizdengesiz'e teşekkürler :)

    !---- spoiler ----!
  8. garip alışveriş

    ara ara gelen "spor kıyafeti alışverişi yapmam lazım" dürtüm tekrar ortaya çıkmıştı ve bu sefer kontrol edilemez boyutlara gelmişti. mali açıdan az hasarla bu zaafiyeti atlatmalıydım. titreyen ellerimle internetten araştırmamı yapıp nispeten uygun fiyatlı mağazanın bulunduğu avmlerden suzi'yle ulaşabildiğimi seçip çıkacakken whatsapptaki doctor who görünümlü mühendis grubumdan bir arkadaşımın da alışveriş için aynı yere gideceğini öğrendim.

    kıyafet deneme sürecinde çocuğu bekletmeyeyim diye (!) buluşma saatini ileri bir saate almıştık. köşe kapmaca oynarmışçasına yerinde durmayıp, 2 numaralı katta biten avmde 3. katta olduğunu iddia eden arkadaşımı verdiğim notayla(*:do gibi ;p) yerine sabitlememin ardından, zorlu alışveriş süreci öncesi kahvelerimizi içmek üzere buluşmayı başardık.

    ısınma turu mahiyetinde bir elektronik markete girdik. modem ihtiyacı olan arkadaşım, indirim gören masum müşteri modunda ürünlere yöneldi. her ne kadar "benim bu markayı hep zeynel diye okuyasım geliyor ya" cümlem hevesini biraz kırsa da yılmadan, arkadaki ellenmemiş ve yıpranmamış kutulardan birini aldı. indirimli ürünlerle ilgili beni de teşvik etmeye çalışsa da pembe bluetooth hoparlör mağazada bulunmadığı için oralı olmadım.

    bundan sonra gireceğimiz yer bir kozmetik mağazasıydı, sadece bir şampuan alıp çıkacaktım. kasaya tam yönelmişken, yıllardır girmediğim mağazaya(*:yves rocher) yabancılaştığımı fark eden görevli vurucu cümleyi kurdu: "eski müşterilerimizden olduğunuz için alışverişinizi 50 tl'ye tamamlarsanız 15 liralık indirim ve üstüne de duş jeli hediyesi kazanırsınız." çok kârlı gözüken bu kampanyadan faydalanmalıydım ama nasıl?

    genel olarak ihtiyacım olmayan bir sürü ürünle çevrelenmiştim ve son amele yanığı faciasından sonra tekrar lazım olabilecek ürünse fiyatı tamamlamaya yetmiyordu. arkadaşımın bezgin bakışları eşliğinde mağazayı dolanmaya başladım, üstümdeki baskının arttığını hissedince ruj reyonuna yöneldim. arkadaşım "bu testerları nasıl sürüyor insanlar, hiç hijyenik değil" gibi bir yorumda bulununca, elin üstüne sürüldüğü açıklamasını yapmama karşın, benden tiksinmesini önleme adına, genelde ekmek için yapılan "gözünüzle seçiniz" uyarısına uydum. hayatımda ilk kez duyduğum okka gülü pembesi tonunu almanın ne kadar riskli olduğunu ise kasaya yönelirken göz ucuyla fiyat etiketine bakınca fark ettim. iş işten geçmişti ama olsundu, yakışmayacak olsa bile spor mağazasındaki alışverişimle bu alışverişi amorti etmiştim.

    kozmetik mağazası alışverişime kendince kontratak yapmak isteyen arkadaşım başka bir kozmetik mağazasına girmeyi önerdi. elbette pes edecek değildim. daha mağazaya girerken "çanlar kimin için çalıyor" diye bakışmalara sebep olan bir sorunla karşılaştık. görevlinin dediğine göre modemin alarmının öldürülmesi gerekiyordu, kan görmek istemeyen biri olarak ben bu sahneye bakmadım :p bu sorunu hallettikten sonra arkadaşım ataklarını arttırdığını sanarak erkek parfümü reyonuna yöneldi. testerları tek tek koklarken bir yandan da "bu erkek parfümlerini bizim zevkimize göre üretiyorlar herhalde, çoğunu çok beğeniyorum, bir de sizinkiler daha kalıcı oluyor, güya eau de toilette olacaklar" dememle maçı kazanmış, kaleyi fethetmiştim. oradaki kokulardan en beğendiğime ikna olmasıyla satın alıp çıktık.

    günün sonunda, yenge adaylarım için alışveriş konusunda üzülürken, "bunlarla kırtasiye, spor aleti alışverişinden başkası yapılmaz :/" düşüncelerine gark olup, yıllardır kendilerini yüz arpa boyu(*:kendime haksızlık etmeyeyim, daha sabırsız ve pembe konusunda anlayışsızlardı ;d) geliştiremediğim için suçluluk duyuyordum.
  9. en nihayetinde buldum dedim. altına hücum! altın değerinde bir eşya, bir bilgi, bir insan, bir bakış, bir nefes, bir vuruş. neden mi? altın paslanmaz çünkü. oksitlenmez. oksijenle temasa geçmez. çürümez. eskimez. tumturaklıdır yani anlayacağınız. durur öyle bin yıllarca. olduğu gibi kalır. oysa insan sürekli nefes alır, nefes verir. yaşadıkça yanar. içten içe çürür, içten dışa çürür, dıştan dışa ve dıştan içe çürür. çürüdükçe düşünmeye meyleder. düşünür ki çürüyen bedeninden, her türlü bedenden, yani kısıtlamakla yükümlü her türlü formdan kurtulabilsin. altına zaman işlemez. başlı başına ruhtur. gözleri kör eden parıltıdır.

    hüseyin gecenin üçünde beni aradı. depresyondan çıktığını uslu, akıllı bir edayla bana anlatmaya çalıştı. ben bu numarayı yer miyim? yemem. gecenin üçünde arıyorsan, akıllı uslu konuşarak akıllı uslu bir kişi olduğuna sikseler inandıramazsın çünkü. gecenin üçünde kimse akıllı uslu olmaz. ya rüyanda saçmalıyorsundur ya da uykunu kaçıran düşüncelerle, arzularla sarılısındır. heyecandan titreyen sesini güç bela dizginlemeye çalıştığını sezdiğimde içim cız etti. dedim oğlum sen çıktığını söylüyorsun depresyondan, tamam da, nereye çıktığını da bir düşün istersen. tünelin ucunda bombok bir yere çıkıyorsan, depresyondan çıkmanın faydası ne? kemik kırılır eyvallah da, yanlış kaynarsa sıkıntı büyük. düzgün kaynaması için insan eliyle, kasıtlı olarak bir daha kırılması gerekir ve kasıtlı olarak kırılması es kaza kırılmasından daha vahim bir durumdur. ne dediysem kendimi hüseyin’e dinletemedim.

    hüseyin kendince, kendi küçük dünyasında bir altın elde ettiği sanrısına kapılmıştı. bu altın sayesinde artık mesafeleri kat etmesine gerek kalmayacağına inandı. iki yıl okul tatili! artık çalışmak yok. paydos! bundan sora bahamalar’da kokteyllerimizi yudumlayacağız. bundan sonra formdan yoksun olarak sadece zamanın şeffaf kayığına bineceğiz. dünya mekanlarının hoyrat katılığına son! akıp gideceğim su gibi diyordu kendi kendine. en sonunda gözünden yaş geldiğini duyumsadım. beethoven'in 7. senfonisinin can alıcı bölümünü açıp üzerine de afiyetle bir sigara yakmış. öyle bir nefes çekmiş ki kül olan tütün değil dünyanın kendisiymiş. sonsuz mutluluk. sonsuz cennet. sonsuz yalan. hüseyin çözüm yolu bulmak değil çıkış yolu bulmak derdindeki her insan gibi naif düşüncelere sahip kırılgan bir tembelin tekiydi. hayatına hükmeden sabırsızlık ve acelecilik günahlarının gölgesi altındaydı. kör eden güneşe bakmak meziyetinden yoksun olduğu için bakamadığı güneşe olan nefretini, günahlarının şemsiyesi altında, hayalindeki güneşe mesnetsiz bir aşk duygusuyla değiş tokuş ediyordu.

    beyhude laf anlatma girişimim yüzünden sinirim bozuldu. telefonu kapattım. uykum kaçmıştı. balkona çıktım. anlamsızca geceye göz attım. sokak lambalarının kaldırıma düşürdüğü sarı huzmenin loşluğunu soludum. kendinin sahibi olan sokağa fısıldayan ayak seslerinin duydum. uzak diyarlarda sokak köpeklerinin uluyan yaralı çağrısını duydum. amaçsız gökyüzüne baktım. o ise sessiz, karanlık ve bulutsuzdu. korktum. kendime kızdım. kendime küstüm. beyin kıvrımlarımda asitli salyalarını akıtarak dolaşan karınca sürüsüne küfür ettim. içimden dünyanın bütün yollarını yürüyerek kat etmek geldi. ayaklarım parçalanana dek, bir deri bir kemik kalana dek, beynim suyunu çekene dek, kalbime sinmiş tozu süpürene dek yürümek istedim. altında gözüm yok dedim kendime. ama en azından gümüş de işimi pek tabii görürdü. oysa bir de söz gümüşse sükut altındır diyordu büyük atalarımız. peki, iyi güzel diyorsun da, sayın bayım, sayın kutsal dede, yaşadığımız dünyanın halini görmüyor musunuz? neyin altınından bahsediyorsunuz? insanlar altına hücum ettiği için şu an bu bok çukuruna düşmedik mi? dünyanın manyaklığına dair ne varsa altına olan hevesimizden kaynaklanmıyor mu? hüseyin gecenin bu saatinde napolyon olduğuna inanıyorsa bunun sorumlusu altına hücum etmeyi sevap sayarken barbar adımlarımızla yabani ot gibi sevgiyi ve emeği ezen, görmezden gelen ve hiçe sayan o sonsuz açlık değil midir?

    değerli ve anlamsız altından, değersiz ve anlamlı boka yolculuk...

    soğuk kış gecesinde pencereyi sonuna kadar açtım ve kabanımı giyip buz gibi odada kıyafet dolabımın kirlenmiş beyaz kapağına bakarak oturdum. içimde bana her zaman pinti davranmış heves kırıntılarını büyüteçle takip ettim. bulduklarımı biriktirmek üzere aceleyle cebime attım. gözlerimi masa lambasının aydınlattığı odada gezdirdim. oldukları yere mıhlanmış eşyaların kayıtsızlığı soran gözlerle üzerime abandı. bütün ağırlıklarını üzerime verdiler. fiziksel ve düşünsel melekelerimin felce uğradığını hissettikçe içimi karşı konulmaz bir hayal kırıklığı ve hüzün kapladı. beni dinleyip dinlemediği hakkında bir fikrim olmadan bir şeylerle oyalanabilmek için tanrı’ya dua ettim.
  10. kadim bir suyun kendisine adanmış tüm güzellemelerin arasından duyurduğu bir çığlık.
    içinden kopardığı bir çığlık.
    dünün kazananı, binlerce hânenin arasından,yuva olmayan bir yerin penceresinden,gerçek bir geceden cimrice kırpılmış şeye bakarken duydu çığlığı.
    dünün kazananıydı, zira sözlerini esirgemişti ustaca,kendisinden esirgenen tüm sözlere karşılık.
    güzellemelerden yorgun suyun çığlığıyla dünün kazananı, en gülüncünü yaşadı toz duman oluşların.
    kendini kazanan yapanan her bir sözcüğün ansızın orta yere dökülüşünü gördü.
    insan hâliyle içinden kopardığı şu şeylerin,bir suyun içinden kopardığı şeyin karşısındaki hiç oluşunu.